Devrimci Forum

Sendikal paylaşım platformuna hoşgeldiniz. Forum sitemiz her türlü sendikal desteği vermek için kuruldu. Paylaşımda bulunmak ve ya platforma destek vermek için üye olmanızı rica eder, sağlıklı günler dileriz...

Join the forum, it's quick and easy

Devrimci Forum

Sendikal paylaşım platformuna hoşgeldiniz. Forum sitemiz her türlü sendikal desteği vermek için kuruldu. Paylaşımda bulunmak ve ya platforma destek vermek için üye olmanızı rica eder, sağlıklı günler dileriz...
Devrimci Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
SOL Parti TKH TSİP Yenilik Partisi TKH Halkevleri
Devrim Hareketi TKP ADDCHP

Aşağa gitmek
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Samimi Müslüman Atatürk

C.tesi 15 Mart - 0:34:57
Message reputation : 100% (1 vote)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Konunun ilk mesajı :

Konu alıntıdır başta söylemek istedim. O'na dinsiz diyenlerin amacı zaten belli başka bir şekilde zaten onu karalayamazlar. Bizler ise bu karalama çalışmalarına engel olmak zorundayız.


Atatürk’ün çizdiği, “İdeal Cumhuriyet Köyü’nün” tam merkezinde camiye yer verilmiştir. Atatürk, çizdiği projede 22 numarayla gösterdiği camiyi, köy hamamı ve etüv makinesinin hemen yanına yerleştirmiştir.

(Kaynak: A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, (İlk baskı 1937) Ankara, 1972, ek 7.)

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Kycami

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Camiky2
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:

KanKs bu mesajı beğendi


ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:24:35
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri

Cumhuriyetin ilk yıllarında okullarda okutulan din dersi kitapları bir eserde toplanarak okuyucuya sunuldu. Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan bu derleme, 1927 – 1931 yılları arasında ilkokulların ve köy mekteplerinin 3., 4. ve 5. sınıflarında okutulan ve Muallim Abdulbaki Gölpınarlı tarafından yazılmış olan ‘din dersi’ kitaplarını içeriyor.

Bu kitapların adı - yazımızın da başlığı olan- ‘Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri’. (Din dersine katılmanın velinin onayına bırakıldığı bu dört yıllık süreç sonunda… 1931 yılında ortaokullardan, 1935 yılında da ilkokullardan kaldırılan din eğitimi, tamamen aileye bırakılıyor.)

O dönem okullarda okutulan bu din dersi kitaplarında açıkça görülüyor ki, bugünün aksine dinin şekilciliğinden uzak, iyi ve güzel ahlak öğretisi üzerinde duruluyor. Ailesine, vatanına hayırlı, iyi bir insan olmanın yollarının anlatıldığı kitaplarda ayrıca çocuklara Cumhuriyetin erdemleri de öğretiliyor.

Bugünün Türkiye’sinde yapılmaya çalışılan papağan gibi sure ezberleme, belli kalıpları yerine getirme zorunluluğunun aşılanması yerine; o dönem verilen eğitimde, Müslümanlığın bir insana ahlaklı, hoşgörülü, saygılı, çalışkan, temiz ve paylaşımcı olmayı öğütlediğinin öğretilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Bugün sadece ‘Allah korkusu’ verilmeye çalışılan gönüllere, asıl olan ‘Allah sevgisi’nin akıtıldığı da çok açık. Öne çıkan bazı örnekleri size sunmak istiyorum: “Dinimiz, bize daima temizliği ve medeniyete uymayı emrettiği için camilere tam medeni ve temiz bir insan gibi girmeli ve namazımızı kılıp çıkmalıyız.

“Peygamberimize bir gün ‘Din nedir? diye üç kere sormuşlar da, Peygamber, üç soruya da ‘Ahlak güzelliğidir’ demiştir. Şu halde ahlakı fena olan adamlar, Müslüman’ım deseler de, imanları kuvvetli değildir.” “Peygamberimiz öksüz olarak büyüdü.

Fakat çok çalışkandı. Hiçbir şeyden yılmazdı. Ticarete atıldı, doğruluğu ile kendini milletine sevdirdi. Kendi ekmeğini kendi çıkardı. Kimseye boyun eğmedi.” “Yetimler, öksüzler de hiç mahzun olmamalı. Ne yapalım, herkes analı babalı büyümez ya; onlar da Peygamberimiz gibi hiç yılmadan çalışırlarsa muhakkak kazacaklardır.

Gördüğünüz ya yavrularım, Peygamber’e dedesi, amcası da küçükken yardım ettiler. İşte biz de bu mübarek kimseler gibi kimsesiz yavrularımıza yardım etmeliyiz.” “Hazreti Muhammet, arkadaşı Ebu Bekir’le beraber Mekke’den çıktı, bir mağarada gizlendi.

Yatağına amcasının oğlu Ali’yi yatırmıştı. Çocuklar, Hazreti Ali’deki fedakarlığa bakınız ki, öyle tehlikeli bir zamanda inandığı fikir uğruna ölümü göze alıyor.” “(Medine) Müslümanlığın bir merkezi olmuş, Peygamber, kendine bir vatan bulmuştu. Bu şekilde, bugünden sonra Müslümanlık, etrafa yayılmaya başladı.

İşte görüyorsunuz ya çocuklar, vatansız din olmuyor. Biz de İstiklal Harbi’nde çalışmasaydık, vatanımızı kurtarmasaydık, bugün ne hükümetimiz kalırdı, ne milletimiz.” “Peygamberimiz, her işi fikrine inandığı arkadaşları ile görüşerek, onların düşüncelerini, isteklerini anlayarak yapıyor, yenilikleri hemen kabul ediyor, bu sayede de düşmana galip geliyordu.

“Hazreti Muhammet, vaktiyle kendini öldürmeye niyet eden, kanına susayan düşmanlarının hepsini affetti. Ne büyüklük değil mi?” “Şu muhakkak ki, Allah’a yaklaşmak için hocalara, imamlara hiç gerek yok; onlar, yalnız din alimleridir; bilmeyenlere din öğretirler…

Allah’la kul arasına girmeye çalışan adamlar, Allah’ı bilemeyen, Müslümanlığa aklı ermeyen yalancı ve dolandırıcı cahillerdir.” “Birisine bir hayır yaparken, ‘Herkes beni görsün, bu ne iyi adam desin’ diye yaparsam, yahut ‘Yaptığım hayra karşılık bana bir mükafat versinler’ dersem, adeta yaptığım hayrı satıyorum demektir.

Bu hayır değil, menfaate hizmettir. (…) Allah’a karşı olan vazifelerimiz, ibadetimiz de böyle olmalıdır, Allah’tan korktuğumuzdan veyahut ondan bir menfaat istediğimizden dolayı ibadet etmemeliyiz. Onu severek ibadet etmeliyiz.” “Allah’a en büyük ibadet, onu sevmek, hayırlı bir insan olmak, milletimize, vatanımıza, hükümetimize, sonra da bütün insanlara faydamızın dokunmasıdır.

Yoksa namaz kılmak, oruç tutmakla hiç kimseye bir hayır etmiş olmayız.” “İslam dininde çalışmak asıldır. İnsan, ancak çalışmakla insan olur. Tembellik, miskinlik, İslam dinince yasaklanmıştır.” “İnsan, eliyle insanların malına zarar verir, hırsızlık ederse, yahut diliyle gönül kırar, yalan söyler yahut birine iftira ederse Müslüman olamaz.

Bir Müslüman çocuğu da okuldaki eşyaya zarar vermez; mesela, sıraları, duvarları kirletmez, arkadaşlarının eşyasına, kitaplarına dokunmaz, kimseye fena söz söylemez. Büyüyünce de kendisine emanet edilen şeye zarar vermeyeceği gibi, vazifesine de dikkat eder, vazife arkadaşlarına hürmet eder, nazik olur.

“Şunun bunun imanına, inancına, giyinmesine, kuşanmasına karışan, kötü sözler söyleyen adamlar, kendilerine Müslüman adını veren yalancılardır. Böyle adamların sözlerine bakılmaz. Çünkü yalancıdan adama hayır gelmez.” “Herkesin imanı kendisine aittir.

Herkes, düşüncesinde hürdür. Hakiki Müslümanlık da bundan ibarettir.” “Cumhuriyet’ten evvelki zamanlarda olduğu gibi, bir köşeye çekilip gece gündüz ibadet etmek, kimseye faydası dokunmamak, Müslümanlık değildir.” “Peygamberimiz, dul kadınlara, yetim çocuklara yardımlarda bulunur, evinde de kendi işini kendi görür, karısına yardım ederdi.”

“Mesela bir doktor mikrobu, birisi aşıyı keşfetmiş, bütün insanlığı öldürücü bir hastalıktan kurtarmış, öbür tarafta birisi de karnını doyurmaktan aciz, cami köşesinde boyuna namaz kılıyor! Acaba Allah bunların hangisini sever. Allah’ın kulları bir adamdan razı olursa, Allah da razı olur.”

“Elbette vazifesini iyi yapan memuru severler ve daha yüksek bir yere alırlar; ticaretini, sanatını, hilesiz yapan tüccar ve sanat sahiplerini herkes tanır; bir şey lazım oldu mu herkes onlara koşar; paraları çoğalır, işleri artar, küçücük dükkanları, koca koca ucu bucağı bulunmaz mağaza olur.

Çağdaş bir şekilde ekin eken çiftçi, çok mahsul alır, işini büyütür, çiftlikleri çoğalır, parası artar. İşte ‘Şükrederseniz, nimetleriniz çoğalır’ sözünü anlamı budur. (…) Yoksa elindeki nimetin kadrini bilmeyip, vazifesini yapmayan, kendisini sevdirmeyen bir adam, istediği kadar eline tespihi alıp bir köşeye oturarak ‘Çok şükür! Çok şükür!’ desin.

Bin kere dese faydasızdır. Bu ne şükürdür, ne de bu şükürler nimet çoğalır.” “Bağnazlık, İslam dininde hiç yoktur. Peygamber, bağnazlığı hiç sevmezdi. Kendisine inananlara ‘Elbisenizi yıkayın, saçlarınızın, bıyıklarınızın fazlasını kestirin, dişlerinizi fırçalayın, temiz olun!’ derdi.”

“Memurlar, her taraftan toplanan zekatı Medine’ye getirip Peygamber’e verirlerdi. O da bu biriken parayı orduya sarf eder, dul kadınlara, yetim çocuklara, zekat memurlarına, parası bitip yolda kalmış yolculara dağıtır, kendisi ve akrabası için içinden beş kuruş para almazdı.”

“İslam dininde Allah ile kul arasında vasıta yoktur. Her Müslüman Allah’a bizzat ibadet eder. İslam’da din reisleri yoktur, çünkü dine göre bütün Müslümanlar eşittir. Allah indinde hiçbir Müslüman’ın faziletten başka bir sebeple diğerlerinden fazla bir mevkii yoktur.”

“İslam dini de dünya işlerinin anlayan adamlara verilmesini emretmiştir. Peygamber, ‘Bir iş, ehli olmayan adama verilirse, o işin kıyameti kopar’ demiştir.” “Müslümanlık, bütün insanlara ait bir din olduğundan, bu dine mahsus tek bir dil olamaz. Her millet, Allah’a kendi dili ile hitap eder, istediklerini kendi diliyle ister, kendi diliyle şükreder.

Bir Türk’ün, anlamını bilmediği, anlamadığı Arapça ile Allah’a hitap etmesi, adeta papağanın konuşmasına benzer. Böyle bir hitap, böyle bir dua, elbette ruhtan doğmaz.” Zorunlu ya da seçmeli… İlla ki din dersi okutulması isteniyorsa… Birey olarak dini yaşamanın, inancın insan ile Tanrı arasında kalmasını sağlamanın anahtarı böylesi eğitimden geçmektedir.

Mürit yetiştirmek, kula kulluk edilmesinin önünü açmak isteyen din bezirganlarının oyunu ancak bu şekilde bozulur.
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:25:07
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
1923-1938 YILLARI ARASINDA DİN DERSLERİNDE OKUTULAN KİTAPLARDA HZ. MUHAMMED TASAVVURU - Dr. Hakan ÖZTÜRK, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 17:1 (2012), SS. 85-102

Bu makale Cumhuriyet Dönemi İslâm Tarihi Çalışmalarında Hz. Muhammed Tasavvuru (1923-1938) isimli doktora tezinden üretilmiştir.

Öz
Cumhuriyet Dönemi (1923–1938) yılları Türk ve İslâm Tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Bu dönem toplumun her alanında atılım yapma ve dünyadaki yeniliklere uyma çabası içinde geçmiştir. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk her alanda olduğu gibi İslâm Dini’nin halka doğru bir şekilde öğretilmesi ve dinin peygamberi Hz. Muhammed’in de batıl hikâyelerden arındırılarak, örnek yanlarının halka gösterilmesi üzerinde durmuştur. Kendisi de bu konu ile ilgili pek çok kitap okumuştur. Kısa bir dönem olmasına rağmen çok fazla çalışma yapılmıştır. Bu makalede, 1923-1938 yılları arasında formal eğitimde öğretilen Hz. Muhammed Tasavvuru incelendi ve din dersi kitaplarında ortaya konan Hz. Muhammed imajı tetkik edildi.

Giriş
Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1923-1938) Türkiye’de örgün eğitim programlarının içinde Din Dersleri de yerini almıştır. Pek çok kitap din dersi olarak okutulmuştur. Bu kitapların incelenmesi, Hz. Muhammed’in hayatının nasıl öğretildiğinin ortaya çıkmasını ve eğitim-öğretim programlarında açıklanan amaçlara uygunluğunun ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Kitaplar incelenirken öncelikle muhteva analizi yapılmış, Hz. Muhammed’in hayatı, ahlakı, yaşayışı ile ilgili dikkat çekilen noktalar tespit edilmiş, bunların programlarda açıklanan amaçlara uygunluğu incelenmiştir. Öncelikle müfredat programlarında din derslerinin nasıl yer aldığı, Hz. Muhammed’in hayatının nasıl öğretilmek istendiğinin belirlenmesi amacıyla programlardaki gelişmelere bir göz atmak gerekirse; Cumhuriyet Döneminin ilk programı İkinci Heyet-i İlmiye tarafından 1924 tarihinde hazırlanmıştır. İlkokullar altı yıldan beş yıla indirilmiştir. Yeni programda din dersleri, İlkokul birinci sınıflar hariç diğer sınıflar için ikişer saat olarak yerini almıştır.1 Bu programın amacı yeni kurulan devletin temel felsefesi doğrultusunda vatandaşlar yetiştirmektir. Dünya ve ahiret korkusuna dayalı olan ahlak anlayışı, bu program ile özgürlük ve barışı temel alan hakikati hâkim kılmaya çalışan bir şekle dönüşmüştür.2 İlkokul programı (1924) yerini 1926’da yapılan yeni müfredat programına bırakmıştır. Toplu öğretim esası ve çocuğun gelişme devreleri dikkate alınarak hazırlanan bu programda, ilkokulun amacı; “Gençleri muhitine faal bir halde intibak ettirmek suretiyle iyi birer vatandaş yetiştirmektir.” şeklinde belirtilmiştir. Yeni program ile birlikte Din Derslerinin üçüncü sınıfa kadar Hayat Bilgisi dersinin çatısı altında işlenmesine ve ayrı bir ders olarak üçüncü sınıflarda okutulmasına karar verilmiştir.3 Cumhuriyet’in ilk yıllarında, temel görüş olarak milliyetçiliğin ön plana çıktığı görülmektedir. Atatürk dönemi eğitim politikasında, dönemin yapısına uygun insan yetiştirmek, yani Cumhuriyeti benimseyip yaşatacak bir nesil oluşturmak temel hedeftir. 19 Aralık 1923 tarihli bir genelgede “… Mektepler Cumhuriyet esaslarına sadık kalmayı telkine mecburdur.” ve 8 Eylül 1924 tarihli bir genelgede de “Çocuklarımız kalplerinde ve ruhlarında, Cumhuriyet için, fedakâr olmak mefkûresini taşımalıdırlar.” ifadesi yer almaktadır.4 Eğitim sisteminin amacı şu şekilde tanımlanabilir: Talebenin düzgün bir okul çevresinde yetişmesi için ortam sağlanması, öğrencinin doğru özlü, doğru sözlü, birbirleriyle münasebetlerinde, oyunlarda dürüst hareket eden, her işini vaktinde yapan, zamanının kıymetini bilen, ferdi menfaatini umumi menfaatine feda edebilen, milli iktisat bilincinde olan ve defter, kâğıt kalem gibi şeyleri kullanırken tasarruf edebilen, vatanını ve bayrağını seven kişiler olarak yetiştirilmesi hedeflenmektedir.5
Cumhuriyet Döneminde eğitim programlarının amacına baktığımız zaman din derslerinin hedefi belirtilirken birinci maddede şu ifadeler yer almaktadır; “Din derslerinde fırsat düştükçe, dini mahiyette gösterilmek istenilen batıl fikirler, yanlış kanaatler cerh edilecektir.” İkinci maddede de şu ifadeler yer almaktadır; “Çocuklara İslâm dini ve İslâm büyükleri sevdirilecek, iyi ve güzel hareketlerin İslâm dinindeki yüksek kıymeti anlatılacaktır. Fakat hiçbir vecihle taassup fikri verilmeyecektir. Çocukların mektep haricinde din hakkında aldıkları yanlış fikirler ve telkinler münasip surette tashih edilecektir.6 Programın devamında III. sınıflar için yapılan müfredatta Hz. Muhammed’in hayatının nasıl öğretileceği açık bir şekilde yazılmıştır. “İslâm dinini insanlara öğreten zât: Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed’in hayatı ve ahlakı hakkında (muhtasar bir surette) yalnız tarihi hakikatler söylenecek, çocukları alakadar etmeyen tafsilattan sarfı nazar edilecektir. Mucizelerden ve harikulade menkıbelerden bahis olunmayacaktır.”7 Köy Mektepleri Müfredat Programına baktığımız zaman da aynı amaçları görmekteyiz.8 Bu dönemde ilkokul ve köy mekteplerinde 1927–28 yıllarında Osmanlıca harflerle, 1929–1931 yıllarında ise yeni Türk harfleri ile basılmış Din Dersleri kitapları kitaplar okutulmuştur.9 İlk mekteplerin programlarındaki amaçlar incelendiğinde, din dersleri vasıtasıyla yetişen nesle rasyonel ve hurafelerden uzak bir Hz. Muhammed algısı verilmeye çalışılır. Hz. Muhammed’in ahlaki özellikleri ön plana çıkarılarak dersin ahlak merkezli olmasının hedeflendiği görülür.

Konuyla ilgili ilk kitap Abdulbaki Gölpınarlı’nın Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri isimli kitabıdır.

1. Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Sınıflar

Muallim Abdulbaki’nin Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri (İlkmektepler ile köymekteplerinin üçüncü sınıflarına mahsus)10 isimli eseri: Cami, Müezzin, İmam, Cemaat, Bayramlarımız, Bayramlarda ne yapılır? Îman, Türklerin dîni, Hz. Muhammed’in hayatı, peygamberliği, hicreti, Müslümanlığın yayılması, Hz. Muhammed’in son haccı ve ölümü, Peygamberin ahlakı, Allah’a iman ve Allah sevgisi gibi konulardan oluşmaktadır.
Muallim Abdulbaki, kitabında, Hz. Muhammed’in toplum içinde sevilen birisi olduğunu, hiç yalan söylemediğini, doğru düşündüğünü ve doğruluğu ile kendisini millete sevdirdiğini ifade eder. Bunun sonucunda da zengin ve iyi huylu bir kadın olan Hatice ile evlendiğini, ticarete atıldığını, kendi ekmeğini kendisinin kazandığını ve kimseye boyun eğmediğini belirtir. Hz. Muhammed’in öksüz büyümesine rağmen hiçbir şeyden yılmadığına, hayatını devam ettirdiğine, doğruluğu ve dürüstlüğü ile başarıya ulaştığına vurgu yapar. Böylelikle eserde, dürüst, doğru, çalışkan ve kararlı olunursa başarıya ulaşılabileceği fikri öğrenciye aktarılmaya çalışılır. Yetimler ve öksüzlerin mahzun olmaması gerektiğini belirten Muallim Abdulbaki, herkesin analı babalı büyüyemeyeceğini, onların da Hz. Muhammed gibi hiç yılmadan çalışırlarsa başarıya ulaşabileceklerini ifade eder. Muallim Abdulbaki, Hz. Muhammed’e dedesi ve amcasının yardım ettiğini söyleyerek, “İşte biz de bu mübarek kimseler gibi kimsesiz yavrularımıza yardım etmeliyiz. Bunun için Çocukları Koruma Cemiyeti’ne üye olup, bağışta bulunursak, bu yardımı en iyi şekilde yapmış oluruz.” demektedir. 11 Muallim Abdulbaki’nin bu eserinde; Hz. Muhammed’in hayatının inişli çıkışlı olmasına rağmen yılmadan hayatını sürdürdüğü ve başarıya ulaştığı fikri öğrencilere aşılanmaya, gayretli ve kararlı olunursa kendilerinin de başarıya ulaşılabileceği düşüncesi kazandırılmaya çalışılır. Aynı şekilde yetimlere ve öksüzlere iyilik yapmak, doğru olmak, yalan söylememek gibi ahlaki davranışların önemine ve bunların sahip olunması gereken özellikler olduğuna da vurgu yapılır.
Kitapta, Hicret olayında Hz. Ali’nin çok tehlikeli bir zamanda Hz. Muhammed’in yatağına yattığı ifade edilir. Hz. Ali’nin fedakârlığına dikkat çekilerek onun inandığı fikir uğruna ölümü göze aldığı belirtilir. Bu örnekle, fedakârlık duygusuna ve insanın doğru olduğuna inandığı fikirleri savunması gerektiğine vurgu yapılır.

Muallim Abdulbaki, Hicret olayında Müslümanların Medine’yi kendisine memleket yaptığını ve bundan sonra yayılmaya başladığını ifade ederek; “İşte görüyorsunuz ya çocuklar, vatansız din olmuyor. Biz de İstiklal Harbi’nde çalışmasaydık, vatanımızı kurtarmasaydık, bugün ne hükümetimiz kalırdı ne de milletimiz” sözlerini söyler.12 Burada da Hicret olayından yola çıkılarak öğrencilere vatan sevgisi aşılanmaya çalışılır. Hendek Savaşı’nı anlatırken Hz. Muhammed’in yanındakilerle konuşup, onların da görüşünü aldıktan sonra şehrin etrafına hendek kazdırdığını ve başarıya ulaştığını ifade eden Mullim Abdulbaki, Hz. Muhammed’in her işte arkadaşlarına danıştığını, onların fikir ve düşüncelerine önem verdiğini belirtir. Burada da bir iş yaparken etraftakilere danışmanın faydalı olacağı fikri öğrenciye aktarılmaktadır.13 Muallim Abdulbaki, Veda Haccı bölümünde de tırnak içinde Hz. Muhammed’in sözlerinden, “Hepiniz kardeşsiniz…, Kadınlarınıza hürmet edin…, Hizmetçilerinize iyi davranın…, Fukaraya yardım edin…” gibi faziletli davranışların yapılmasını isteyen sözlerine yer verir. Hz. Muhammed’in ahlakının güzelliğinden, onun kimseye kötü muamele etmediğinden, fakirlere, dullara, yetimlere daima yardım ettiğinden ve çok merhametli olduğundan bahsetmektedir. Allah’a iman ve Allah sevgisi konularıyla da kitabını tamamlar. Muallim Abdulbaki’nin eserini, öğretici (pragmatik) tarzda yazdığı, verdiği örneklerden içinde bulunduğu zaman için güzel öğütler çıkardığı görülür. Kitapta, detaylara inilmeden genel hatları ile Hz. Muhammed, çocuklara tanıtılmaya çalışılmıştır. Eserde, özellikle çocukların toplum içinde karşılaşabileceği, cami, imam-hatip, vaaz, hutbe ve hicret gibi terimler üzerinde durulur. Hz. Muhammed’in güzel ahlakının örnek alınması gerektiğine vurgu yapılır. Muallim Abdulbaki, hedef kitleyi göz önünde bulundurarak eserini sade ve özet bir şekilde kaleme almıştır. Çocuklara, Hz. Muhammed’in güzel ahlakını tanıtmaya çalışmıştır. Özellikle onun ahlaki özelliklerinin çocuklarda da görülmesinin vatan ve millet için önemine vurgu yapmıştır. Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri (İlk Mekteplerle Köy Mekteplerinin dördüncü sınıflarına mahsus)14 Muallim Abdulbaki’nin adı geçen eseri; Kimsenin İnancına Karışmamak, Hayırlı İnsan Olmak, İslâm Dini ve Ahlak, Çalışmak, Tevekkül, Şükür, İnsanlarla İyi Geçinmek, İslâm Bağnazlığı Yasaklar, Din Sahtekârlığı, İki Yüzlülük, Hz. Muhammed “Aleyhisselam”, Ehlibeyt, Ashap, Hz. Hatice gibi konu başlıklarından oluşmaktadır.

Muallim Abdulbaki, “Hz. Muhammed Aleyhisselam” adlı başlık altında; “Eski bağnaz din sahtekârları, büyük peygamberimizi, saf halka pek başka türlü anlatmışlar, onu adeta kendilerine benzetmişlerdi. Peygamber denince; halkın gözünün önüne başında kocaman bir sarık, sırtında geniş bir cüppe, bir kucak sakalı göğsünü doldurmuş, elinde tesbih, dudakları daima kımıldayan, başı yukarıda mağrur bir adam gelirdi.” şeklinde ifadeleri ile halk arasında yanlış anlaşılan bir peygamber algısına vurgu yapar. Daha sonra Hz. Muhammed’in temiz, çoğu zaman beyaz elbise giyen, başına hafif bir sarık saran, saçları siyah, uzun bazen arkaya doğru bazen ortadan ayrılmış şekilde tarayan, güzel koku sürünen, dişlerini fırçalayan biri olduğunu anlatır. O zamanın diş fırçası olarak “misvak” kullanıldığını, bugünkü gibi sağlıklı dişleri daha iyi temizleyen fırçalar olsa, Hz. Muhammed’in bu fırçaları kullanacağını belirtir. Hz. Muhammed’in bıyıklarını dudaklarının üstünden kestiğini, siyah ve güzel sakalının ancak elle tutulacak kadar olduğunu anlatır. Yine aynı şekilde Hz. Muhammed’i hiç durmadan namaz kılan, oruç tutan ve dua eden bir kimse olarak tanıyanların yanıldığını, onun günlük işlerle de ilgilendiğini, savaşa giderken herkesin önünde oruç yediğini, yolcu iken namazları daha çabuk kıldığını, 4 rekatları 2’ye indirdiğini ifade eder.
Muallim Abdulbaki, Hz. Muhammed’in kuru ibadetlerden, dualardan medet beklemediğini, asker topladığını, düşmanlarla savaştığını, savaşlarda kadın ve çocuklara dokunmadığını, barış zamanlarında verdiği sözde durduğunu, kendisine bir şey soranlara nazikçe cevap verdiğini ve dinine inanmayıp ona vergi vermeyi kabul edenleri fikir ve inançlarında serbest bıraktığını belirtir. 15 Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri (İlkmekteplerle Köy mekteplerinin beşinci sınıflarına mahsus)16 Muallim Abdulbaki’nin bu kitabı; İslâm Dininde Akıl Her Şeyden Üstündür, Müslümanlıkta Saçma Şeylere İnanç Yoktur, Cumhuriyet Devrinde Müslümanlık, Din İşleri Dünya İşlerinden Ayrıdır, Müslümanlıkta Allah İle Kul Arasına Kimse Giremez, Dünyadaki Müslümanlar, Müslüman Milletlerin İçinde En Kuvvetli Millet Türklerdir, Her Millet Allah’a Kendi Dili İle Hitap Eder, Fâtiha Suresinin Okunuşu ve Meali, İhlâs Suresinin Okunuşu ve Meali başlıklarından oluşmaktadır. “İslâm Dininde Akıl Her Şeyden Üstündür” başlığı altında yazarın şu sözleri dikkat çekicidir; “Müslümanlıkta peygamber senin benim gibi bir insandan başka bir şey değildir. Kutsal kitabımız olan Kur’an, Peygamber’in kalbine doğmuş Allah sözleridir.” Muallim Abdulbaki, Hz. Muhammed’in beşeriyetine vurgu yapmıştır. Kur’an’ı tanımlarken “Peygamberin kalbine doğmuş Allah sözleri” ifadelerini kullanmıştır.17 Cebrail ve Melek gibi kavramları bu seviyedeki çocukların anlayamayacağını düşündüğü için detaya inmemiş olabilir. “Din İşleri Dünya İşlerinden Ayrıdır” başlıklı bölümünde ise, Cumhuriyet Devrimi’nin laiklik anlayışını anlatır. İslâmiyet’te ruhban sınıfının bulunmadığı sürekli vurgulanmaktadır.

2. Din Dersleri
İsmail Hakkı’nın Din Dersleri18 adlı kitabı 136 sayfadan oluşmaktadır. Eser, İslâmın şartları ile başlamaktadır. Mükellef olunan ibadetler sayıldıktan sonra, temizlik, namaz, oruç, hac, kurban, zekât ve fıtr sadakası konuları işlenmiştir. Çalışmada; çocuklara temel ilmihâl bilgilerinin öğretilmesi hedeflenmektedir.

3. Hasenât
Mehmet Ziya’nın Hasenât19 isimli kitabı toplam otuz iki dersten oluşmaktadır. Birinci derste, İslâm’ın esasları ve efâl-i mükellifin, farz, vacib, sünnet, müstehab, haram, mubah, mekruh ve müfsid terimleri; ikinci derste, namaz ile ilgili bilgiler; üçüncü derste, gusül ile ilgili bilgiler; dördüncü derste, teyemmüm; beşinci derste, namazın kısımları; altıncı derste, namazların rekâtları; yedinci derste ezan ve kâmet ile ilgili bilgiler verilmiştir. Çalışmada, öğrenciye temel ilmihal bilgileri verilmesi ve günlük hayattaki yükümlülüklerini yerine getirmek için gerekli bilginin aktarılması hedeflenmektedir.

4. Siyer-i Nebi
Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi20 adlı kitabını liselerin birinci devresinde okutulmak üzere yazmıştır. Çalışma, kız ve erkek muallim mekteplerinde de ders kitabı olarak okutulmuştur. Kitap, 1923-1938 yılları arasında okullarda Hz. Muhammed ile ilgili ne okutulduğunu, onun hayatının nasıl anlatıldığını en güzel şekilde yansıtan eserlerden biridir. İstanbul’da İbrahim Hilmi matbaasında 1926 yılında basılmıştır. Mehmet Ziya eserini Mekke ve Medine Dönemi olmak üzere ikiye ayırmış ve bu dönemlerin tanımlarını yapmıştır. Mehmet Ziya, kitapta, Mekke-i Mükerreme’nin tarihi geçmişinden kısaca bahseder. Hz. İsmail’in sülalesinden olan Kusay’ın Mekke’ye gelişini, Kâbe’nin etrafındaki çalılıkları keserek ortaya çıkarmasını ve bölgeyi imar etmesini anlatır. Ayrıca kitapta; Kusay’ın kendisine ev inşa ettiği, bunun bir odasını meclise tahsis ettiği (Darûn-Nedve), bölgeyi dağınık halde yaşayan Kureyşlilere taksim ettiği ve kuyular kazdırdığı anlatılır.21 Devamında Medine-i Münevvere kısaca tanıtılır. Medine’nin Hz. Muhammed’in hicretiyle tarihte önemli bir yer kazandığı belirtilir. Mehmet Ziya, Hz. Muhammed’in babası Abdullah ile annesi Âmine’nin evliliği özet ve sade bir şekilde anlatılır. Olay ve şahıslarda her hangi bir abartı veya olağanüstülük yansıtılmaz. Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ın alnındaki parladığı iddia edilen nur ile ilgili herhangi bir değerlendirmede bulunmaz.22 Mehmet Ziya, kitabında, Hz. Muhammed’in doğumundan önce dünyada bir takım olaylar meydana geldiğini; Kisra’nın sarayındaki 14 burcun yıkıldığını, İstahar Abad şehrinde bin yıldır yanmakta olan ateşgedenin söndüğünü, Memalik-i İran’daki Seva gölünün kuruduğu veya çöktüğünü; bin yıldır suyu kesilmiş olan Semava deresinde suların fizan ettiğini; Fars Kaddulkudatı Mûbezân’ın rüyasında bir takım sert ve serkeş develerin bir bölük Arap atlarını önüne katarak Dicle nehrini geçip Irak içlerine daldıklarını gördüğünü23 ifade eden rivayetlere de yer verir. Kitapta, Hz. Muhammed’in doğumu esnasında annesinin bir takım olağanüstülükler yaşadığı belirtilir. Amine’nin; “Beyaz bir kuşun kanadı ile göğsümü sıvazladığını gördüm. Izdırabım ve korkum kayboldu. Yanıma baktım bir kâse içinde süt gibi beyaz bir şerbet gördüm. Hararetim vardı, hemen aldım içtim. Her tarafı nur kapladı, o esnada Muhammed dünyaya geldi. Hurma fidanına benzeyen gayet uzun boylu, Abdümenaf kızları gibi pek çok kadın etrafımı sarmış beni ziyaret ediyorlar.”24 sözlerine yer verilir. Mehmet Ziya, doğum anını anlatırken mührü nübüvvet ile ilgili olarak; “Hâtimu’l-Enbiya hazretleri sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş idi. Arkasında kalbi hizasında, iki küreği arasında bir nişanesi vardı. Buna Mührü Nübüvvet deniyordu.” Şeklinde bir ifade sarf etmektedir.25 Mehmet Ziya, Hz. Muhammed’in o dönemde Araplar arasında gelenek olduğu üzere sütanneye verildiğini belirtir. Sütannesinin yanında başından geçtiği iddia edilen bazı doğaüstü olaylar ile ilgili herhangi bir bilgi vermez.26 Hz. Muhammed’in 13 yaşlarına geldiği zaman amcası Ebû Tâlib ile birlikte ticaret için Şam taraflarına gittiğini ifade eder.27 Kitapta, Hz. Muhammed’in dürüst ve iyi huylu birisi olması dolayısıyla o dönemin zengin kadınlarından biri olan Hatice’nin onunla evlenmek istediği ifade edilir.28

Vahiy ile ilgili olarak Mehmet Ziya; Hz. Muhammed’in kırk yaşına geldiğinde M. 610 yılında Hira’da ibadet ile meşgul olduğu bir esnada, Cebrail’in kendisine geldiğini ve “Oku” emrini verdiğini, Hz. Muhammed’in “Ben okuma bilmem” demesi üzerine Cebrail’in onu sıkıp bırakarak, Alak Suresinin 1–5 ayetlerini okuduğunu belirtir. Mehmet Ziya, eserinde, Mirac olayı ile ilgili olarak; Cebrâil’in bir gece Hz. Muhammed’i Ka’be’den Mescid-i Aksa’ya götürdüğünü ve oradan da yukarı çıkardığını söyler.29 Hicret olayı ile ilgili olarak Mehmet Ziya, Hz. Ebu Bekir’in mağarada bir delik gördüğünü, oradan zararlı bir hayvanın çıkarak Hz. Muhammed’e zarar vermesi ihtimaline karşı ayağı ile orayı tıkadığını, o delikten bir yılanın çıkıp Hz. Ebu Bekir’in ayağını soktuğunu, bu esnada Hz. Muhammed’in sırtını Hz. Ebu Bekir’e dayamış halde uyuyor olduğunu, Ebu Bekir’in de Hz. Muhammed’in uykudan uyanıp rahatsız olmaması için ayağını çekmediğini, ancak acıdan dolayı gözyaşlarının Hz. Muhammed’in yüzüne damladığını, bunun üzerine Hz. Muhammed’in “Ne var ya Ebu Bekir” diye sorduğunu, Ebu Bekir’in “Ya Rasulüllah ayağımı bir şey soktu amma önemi yok, anam babam sana feda olsun” diye cevap verdiğini, Hz. Muhammed’in dudağının ıslağıyla yılanın soktuğu yeri mesh ettiğini ve Hz. Ebu Bekir’in iyileştiğini belirten bir anlatıma yer verir.30 Mehmet Ziya, kitabında, Hicret olayının devamını; “Buradan uzaklaştıktan sonra Mekke’de bu haber duyuldu. Sürâka b. Malik, yüz deve arzusuyla bunların peşine düştü. Yeni ayrılmışlardı ki yetişti, Ebu Bekir “Aman ya Rasulüllah tutulduk” dedi. Peygamber, “Gam yapma, Allah bizimle beraberdir” dedi. Hz. Muhammed, Ebu Bekir’e teselli verirken Sürâka gelip çattı, lakin atının ayakları dizlerine kadar yere battı. Sürâka, Hz. Muhammed’e kendisini kurtarması için yalvardı ve geriden gelenlere bir şey söylemeyeceğini ve onları savuşturacağını söyledi. Peygamber dua etti ve kurtuldu. Peygamberden bir emanname istedi. O da Amr b. Fihri’ye deri üzerine bir emanname yazdırıp Sürâka’ya verdi.”31 Ayrıca, Mehmet Ziya, Hicret esnasında Hz. Muhammed’in sütsüz bir koyunu sağmaya başladığı ve koyundan herkese yetecek kadar süt geldiğini belirten bir anlatıma yer verir.32 Ders kitabı mahiyetinde yazılan bu eser klasik kaynaklardan yararlanılarak yazılmış iyi bir özettir. Olaylar çok fazla detaya inilmeden özet olarak ele alınmıştır.

5. Peygamberimiz
Yusuf Ziya Yörükan’ın Peygamberimiz33 isimli kitabı, bir ders kitabı mahiyetinde olup Cumhuriyet Döneminde okullarda Hz. Muhammed konusunda yazılmış önemli eserlerden biridir. Yusuf Ziya, eserinin başında eserini yazış gayesini ve yöntemini şu şekilde açıklamaktadır: “Peygamberimizin hayatı, fazilet ve namuskârlık açısından en asil bir örnektir. O, doğduğu günden vefatına kadar düşünceleri, fiilleri ve hareketleri itibarıyla daima hakşinas, her zaman adil ve lütufkâr yaşamıştır. Hayatı boyunca kadirşinâs olmuştur. Kibir ve gururdan uzak durmuştur. Böyle bir hayatın nasıl geçirildiğini öğrenmek ve kendine örnek edinmek asil bir harekettir. Peygamberimizin hayatını öğrenmekle İslâmiyet’in ne suretle neşredildiğini, Peygamberimizin nasıl hareket ettiğini, kendisine karşı yapılan zulümlere nasıl dayandığını ve sabır ettiğini öğrenmiş olacağız. Peygamberimizin hareketleri, sözleri, ahvali Kur’an’ın yolundan ve İslâmiyet’in kanunlarının tatbikinden başka bir şey değildir. Peygamberimizi öğrenmek İslâmiyet’i öğrenmektir.”34 Kitabın amacı, İslâmiyetin daha iyi kavranması, imanın kuvvetlendirilmesi ve Hz. Muhammed’i örnek almanın gerekliliğinin ve öneminin yeni nesil tarafından kavranmasıdır. Yusuf Ziya, eserinin başında kitabın yazılış amacını açıkladıktan sonra, Hz. Muhammed’in Kitab-ı Mukaddes’teki müjdelenişini geniş geniş anlatmıştır. Onun son peygamber olduğunu ortaya koymuş ve şeceresi ile ilgili bilgiler vererek Hz. Muhammed’in yaşadığı ortamı genel olarak tanıtmıştır. Daha sonra doğumu, çocukluğu, gençliği ve izdivacı ile ilgili açıklamalar yapmıştır. Buradaki bilgiler klasik siyer kitaplarındaki olan bilgilerle aynıdır. Farklı bir yaklaşım veya yeni yorumlamalar yoktur. Yusuf Ziya’nın yukarıda zikredilen kendi ifadelerinden de anlaşılacağı üzere eserin temel hedefi, tarih öğretmek değil, İslâm dinini kavratmaktır.35 Öğretici bir tarz ile kitabını kaleme almıştır. Yusuf Ziya, eserinde harita ve krokilere de yer vererek okuyucuya olayın geçtiği mekânları görsel olarak vermek suretiyle daha kolay öğrenmelerini hedeflemiştir. Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin önceki kutsal kitaplar tarafından müjdelendiğini belirtir. Bu konuda uzun uzun tahliller ve çıkarımlar yapar.36 Kitapta, Abdullah’ın Âmine ile evliliği özet olarak anlatılır. Abdullah çok yakışıklı, yüzü nur gibi ve kavmi içinde çok sevilen birisi olarak tarif edilir.37 Hz. Muhammed’in doğumu esnasında bütün cihana bir kurtarıcının zuhurunu haber veren bir takım hadiseler olduğunu belirten rivayetler yer alır.38 Hz. Muhammed’in çocukluğunda sütannesinin yanında iken sadece halinde bazı haller müşahede edildiği belirtilir, göğsünün yarılması ile ilgili bir bilgi verilmez.39 Hz. Muhammed’in on iki yaşlarında amcası Ebû Tâlib ile birlikte ticaret seyahatlerine gittiği ifade edilir.40 Yusuf Ziya’nın kitabında şu şekilde bir rivayet görmekteyiz; “Mekke’deki pek çok olumsuzluklara şahit olmuş olan Hz. Muhammed’in talebi ile Mekke’nin reisleri bir araya geldi. Yerli yabancı, hür köle ayrımı yapılmaksızın her kim haksızlığa uğrarsa haksızın yanında yer alınacağı ve hakkını alana kadar mücadele edileceği doğrultusunda bir anlaşmaya varıldı. Buna Hilfü’l-Fudûl ismi verilmiştir.”41 Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in adil, insanları ayırmayan ve dürüst bir kişi olduğunu ortaya koymaya çalışır. Hz. Muhammed’in Hatice ile evliliği ile ilgili olarak; Hatice’nin dürüstlüğünden dolayı Hz. Muhammed’e izdivaç teklif ettiğini belirtir.42 Yusuf Ziya, vahyin başlangıcı ile ilgili olarak “ Etrafında bulunan eşyadan sanki sesler geliyor, sanki dağlar, ağaçlar, taşlar dile gelerek Zat-ı Âlâ tarafından tevcih olunacak vazife-i kübrayı ifaya kendisini davet ediyorlardı.” şeklinde bir anlatım ile Hz. Muhammed’in vahye hazırlandığını belirtir. Vahyin gelişini şu şekilde anlatır; “Hz. Muhammed kırk yaşına geldiğinde M. 610 yılında Hira’da ibadet ile meşgul olduğu bir esnada, Cebrail kendisine gelmiş ve “Oku” emrini vermiştir. Hz. Muhammed’in “Ben okuma bilmem” demesi üzerine Cebrail, Onu sıkıp bırakmış ve Alak Suresinin 1–5 ayetlerini okumuştur. Hz. Muhammed bu durumdan korkarak evine gelmiş ve “Beni örtün” demiştir. Biraz dinlendikten sonra olanları Hz. Hatice’ye anlatmıştır.” Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in başından geçen mucizeler ile ilgili olarak; Hicret esnasında Hz. Muhammed’in sütsüz bir koyunu sağmaya başladığını ve koyundan herkese yetecek kadar süt geldiğini belirten bir anlatıma yer verir.43 İsra ve Miraç olayı ile ilgili bir değerlendirmesinde net bir yargıda bulunmasa da kullandığı bir paragraf konumuz açısından dikkat çekicidir. “Hıristiyan âlimleri bu olaya önem vermişlerdir, fakat şarklı bir muharrir, Hz. İsa’nın semaya bedenen yükseldiğini itikat olarak kabul eden Hıristiyanlardan Hz. Muhammed’in bedenen yükselişe dair Müslümanların itikadını kabul edilemez görmelerinin sebebini haklı olarak soruyor.”44 Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in mucizelerini kabul etmektedir. Yusuf Ziya, kitapta, Hz. Muhammed’in ilahi koruma altında olduğuna vurgu yapan bir anlatıma yer vermektedir. Buna göre; Hz. Muhammed kılıç kucağında oturmakta iken Gatafânlılardan Ğavres isimli bir kişi iman etmek bahanesiyle huzura çıkmış ve kılıcı görmek ister gibi yapıp hemen kılıcı eline almış ve kaldırmıştır. Fakat eli, kılıcı çektiği gibi yukarıda donmuş kalmıştır. Bu rivayete yer veren Yusuf Ziya, Kur’an-ı Kerimdeki; “Ey hakiki mü’minler bazıları size el uzattıkları zaman Rabbiniz o eli durdurduğu vakit…”45 ayetini vererek ilahi korumaya işaret etmektedir.46 Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in kadınlara verdiği haklar ile ilgili olarak da “Şüphesiz kadınlık, bu günkü haysiyet ve şerefini peygamberimizin bu inkılâbına borçludur.” demektedir. Hz. Muhammed’in hayatını yazan bir müellifin kadın hakları konusunda da bir değerlendirmede bulunması Cumhuriyet Dönemindeki değişimin en güzel örneklerinden birisidir.47
Yusuf Ziya, “Mu’cize” ile ilgili görüşlerini açıklarken Hz. Muhammed’in ortaya çıktığı toplumdaki değişimin dikkatle incelendiği zaman Hz. Muhammed’in her başarısının bir mucize olacağını ifade eder. İmam Gazali’nin “-İslâmiyette mucize; Kur’an’dır.” sözüne yer veren Yusuf Ziya; bunlara Hz. Muhammed’in azmi, başarısı, Müslümanlara telkin ettiği ruh, iman ve metanetini de ilave eder.48 Yusuf Ziya, Hz. Muhammed’in bütün peygamberler içinde bir tane olduğunu, en büyük inkılâbı gerçekleştirdiğini ve başarıya ulaşan peygamber olduğunu belirtir.49

6. İslâm Dini
Yusuf Ziya’nın İslâm Dini50 isimli eseri dördüncü sınıflar için 13 Ağustos 1927 tarih ve 120 numaralı karar ile ilkmektepler için kabul olunmuş bir ders kitabıdır. Yusuf Ziya, bu eserinde İslâm dinin insanların saadet ve mutluluğu için kurulduğunu ifade ederek başlamış, bir Müslümanda bulunması gereken özellikleri saymış ve izah etmiştir. Daha sonra Hz Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in hayatlarından örnekler vererek onlar gibi adaletli, dürüst, cömert ve dostlarına bağlı olunması gerektiğine vurgu yapmıştır.51 İslâm dininin esaslarını sayan Yusuf Ziya’nın “İslâm dininin bir itikadı da her şahsın kendi itikadından ve kendi işinden mesuldür. Dinimiz bize, dinde zorlama yoktur demektedir. ” şeklindeki ifadesinden müfredat programının amaçlarına uygun şekilde öğrencilere taassup fikrinin verilmemeye çalışıldığını görürüz. Aynı şeklide Atatürk’ün “… Din vicdan meselesidir…”52 sözüne de uygun bir anlatım mevcuttur. Yusuf Ziya, eserinde “Din Sahtekârlığına Riya İsmi Verilir” diye bir başlık atmış ve riyanın yani gösterişin kötü bir şey olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Daha sonra İslâmTarihinde önemli rol üstlenmiş kadınlardan Hz. Hatice, Âişe ve Esma hakkında bilgi vermiştir. Yusuf Ziya,“İnsanoğluna sadece çalıştığının karşılığı vardır.” ayetini örnek vererek çalışmanın öneminden bahsetmiştir. Duanın nasıl olması gerektiğini, şükür etmenin gereğini, temizliğin lüzumunu, zekâttan yola çıkarak vergi vermenin farz olduğunu ifade eder. İslam dininin yardımlaşmayı emrettiğini belirtir. Son bölümde de kısa bir özet vererek eserini bitirmiştir. Bu çalışma toplam 48 sayfalık bir ders kitabıdır. Müfredat programının amacına uygun bir şekilde hazırlanmış, öğrencilere iyi ve güzel davranışlar aktarılarak Hz. Muhammed ve onun yakınlarından örnekler verilmiştir. Eserde riyakârlık, çalışkanlık, temizlik ve yardımlaşma gibi değerlerin ele alınıp Hz. Muhammed’in ve ashabın hayatlarından örneklerle işlenmesi önemlidir. Yeni bir millet oluşturmada bu kavramlar kilit rol oynamaktadır.

DEĞERLENDİRME 

1923-1938 tarihleri arasında programların gelişimini ve bu tarihler arasında din derslerinde okutulan kitapları Hz. Muhammed Tasavvuru açısından yukarıda tetkik ettik ve verilen bilgileri tasvir metodu ile ortaya koyduk. 19 Aralık 1923 ve 8 Eylül 1924 yıllarında yayınlanan genelgeler, İkinci Heyeti ilmiye tarafından 1924 yılında hazırlanan Cumhuriyetin ilk programı, 1926 yılında yapılan yeni müfredat programı, 1927’deki İlk Mektepler Müfredat Programı ve Köy Mektepleri Müfredat Programında dikkat çeken noktaları şu şekilde maddelendirebiliriz:

1- Yeni kurulan devletin temel felsefesi doğrultusunda vatandaşlar yetiştirmek
2- Gençlerin en iyi şekilde çevreye ayak uydurmasını sağlamak ve onların iyi birer vatandaş olarak yetişmesini sağlamak
3- Okullarda Cumhuriyet esaslarına önem vermek ve Cumhuriyet için fedakârlık yapabilecek nesiller yetiştirmek
4- Yalan söylemeyen, çevresindekiler ile ilişkisi doğru ve dürüst olan, gerektiğinde kendi menfaatini toplumun faydaları doğrultusunda feda edebilen, tasarruf yapan, zamanının kıymetini bilen ve çalışkan gençler yetiştirerek, güzel ve ahlaki davranışların dindeki yerine vurgu yapmak
5- Çocuklara vatan duygusu aşılamak ve bayrak sevgisi kazandırmak
6- Okullarda, batıl fikirler ve yanlış kanaatler uygun bir şekilde düzeltilerek asla taassup fikri vermemek
7- Hz. Muhammed’in hayatı ve ahlakı hakkında yalnız tarihi hakikatler söylenecek, mucizelerden ve harikulade menkıbelerden bahsetmemek. Abdulbaki Gölpınarlı’nın “Cumhuriyet Çocuğu’nun Din Dersleri” isimli kitabı, ilkokullarda ve köy okullarında okuyan çocukların anlayacağı, sade ve canlı bir dille yazılmıştır. Kitapta; Hz. Muhammed’in öksüz büyümesine rağmen hiçbir şeyden yılmayarak hayatını devam ettirdiği ve başarıya ulaştığı; hiç yalan söylemediği ve doğru olduğu için toplum içinde sevildiği belirtilir. Ayrıca; fedakârlık duygusuna vurgu yapılır ve insanın doğru bulduğu fikirleri savunması gerektiği, vatansız dinin olmayacağı, istişarenin önemli bir şey olduğu, Hz. Muhammed’in de arkadaşları ile istişare ederek karar aldığı, Hz. Muhammed’in temiz ve beyaz elbise giydiği, dişlerini fırçaladığı, saçlarını taradığı, bıyık ve sakallarını düzgün bir şekilde kestiği, Hz. Muhammed’in kuru ibadet ile uğraşmadığı, asker topladığı, düşmanla savaştığı, Hz. Muhammed’in de bir insan olduğu, Kur’an’ın Peygamber’in kalbine doğmuş Allah sözleri olduğu, Hz. Muhammed’in faziletli davranışların yapılmasının gerekli olduğu ifade edilir. Kitapta, dini imanla birlikte, milli iman ve Cumhuriyet Devrimi’ne bağlılık fikirleri aktarılmaktadır. Vatan ve millet sevgisi, bilimin yol göstericiliği, akılcılık, bağnazlık ve hurafenin reddi, kardeşlik, eşitlik, hoşgörü, elbirliği, kamuculuk, dayanışma, temizlik gibi belli başlı ahlakî davranışlar ve Cumhuriyet değerleri aşılanmaktadır. Abdulbaki’nin kitabının geneline bakılırsa onun, dönemin eğitim felsefisine uygun olduğu söylenebilir. İsmail Hakkı’nın Din Dersleri isimli kitabı ise çocuklara temel ilmihal bilgilerini kazandırmak amacı ile yazılmıştır. Mucizelere ve menkıbelere yer verilmemiş, dinde temizliğin önemine vurgu yapılmıştır. Çocukların ilmihal bilgilerini bilmeleri, dini bayramlarda ve ibadetlerde çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda çevresindekilere ayak uydurması açısından önemlidir. “Gençleri muhitine faal bir halde intibak ettirmek suretiyle iyi birer vatandaş yetiştirmektir.” amacına uygun bilgiler yer almaktadır. Mehmet Ziya’nın “Siyer-i Nebi” isimli kitabında; Hz. Muhammed’in hayatı özet ve sade bir şekilde anlatılmıştır. Ders kitabı mahiyetinde yazılan bu eser klasik kaynaklardan yararlanılarak yazılmış iyi bir özettir. Yusuf Ziya’nın “Peygamberimiz” isimli kitabında Hz. Muhammed’in ahlaki davranışları ön planda tutulmuş, onun hayatının, fazilet ve namuskârlık açısından asil bir örnek olduğuna vurgu yapılmıştır. Yazarın Dinler Tarihi alanında çalışmalar yapmış olması onun kitabı yazarken geçmiş peygamber ile Hz. Muhammed’in hayatı arasında mukayeseler yapmasına sebep olmuştur. Özellikle Hz. Muhammed’in peygamberliğinin geçmiş kutsal kitaplarda müjdelendiğini değişik örnekler ile geniş bir şekilde anlatmaya çalışmıştır. Türk Tarih Tetkik Cemiyeti tarafından yazdırılan Tarih II Orta Zamanlar isimli kitabın, pozitivist bir görüşle ve batı etkisi ile kaleme alındığı görülür. Kitabın önsözündeki şu; “Buna göre eserin yazılış amacı milli tarihimizin “Ümmetcilik” ve “Osmanlıcılık” gibi fikirlerle ihmal edilmiş taraflarını tetkik edip, Türk Tarihi’nin inkâr edilmiş ve unutturulmuş simasını ve mahiyetini bütün hakikatleriyle ortaya çıkarmaktır.” ifadelerden anlaşıldığı üzere milli birlik duygusuna vurgu yapılmaktadır. “Hz. Muhammed’in hayatı ve ahlakı hakkında yalnız tarihi hakikatler söylenecek, mucizelerden ve harikulade menkıbelerden bahis olunmayacak.” hedefleri doğrultusunda dönemin eğitim felsefesine uygun olarak yazılmıştır.


KAYNAKLAR
1 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, 1994, s. 302.
2 Tuğrul Yürük, Cumhuriyet Dönemi Din Öğretimi Program Anlayışları ( Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2011, s. 68.
3 İlk Mektepler Müfredat Programı, İstanbul, 1926, s. 2
4 Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 286.
5 İlk Mektepler Talimatnamesi, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1929, s. 10-19.
6 İlk Mektepler Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti Yayım Müdürlüğü Arşivi Kütüphanesi, İstanbul, 1927, s. 45.
7 İlk Mektepler Müfredat Programı, s. 46.
8 Köy Mektepleri Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1938, s. 75; Köy Mektepleri Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1931, s. 75.
9 Muallim Abdülbaki (Gölpınarlı), Din Dersleri, İstanbul, 2005, s. 7.
10 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 11-41.
11 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 27.
12 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 31.
13 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 32.
14 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 43-79.
15 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 73-75.
16 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 81-109.
17 Abdülbaki, Din Dersleri, s. 84.
18 İzmirli İsmail Hakkı, Din Dersleri, İstanbul, 1341.
19 Mehmet Ziya, Hasenât, İstanbul, 1342.
20 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, İstanbul, 1926.
21 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 6-7.
22 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 10-11.
23 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 12.
24 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 11.
25 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 12.
26 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 12-13.
27 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 13-15.
28 Mehmez Ziya, Siyer-i Nebi, s. 15-18.
29 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 44.
30 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 46-50.
31 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s 51.
32 Mehmet Ziya, Siyer-i Nebi, s. 46-50.
33 Yusuf Ziya (Yörükan), Peygamberimiz, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul, 1926.
34 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 10-12.
35 Bkz. Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 183.
36 Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz. Hakan Öztürk, Cumhuriyet Dönemi İslam Tarihi Çalışmalarında Hz. Muhammed Tasavvuru (1923-1938), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2011, s. 74-75.
37 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 27.
38 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 28.
39 Bkz. Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 30-31.
40 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 34.
41 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 35.
42 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 36-38.
43 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 130.
44 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 107.
45 Maide, 5/11.
46 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 184.
47 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 109.
48 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 82.
49 Yusuf Ziya, Peygamberimiz, s. 9-10.
50 Yusuf Ziya (Yörükan), İslâm Dini, İstanbul, 1927.
51 Yusuf Ziya, İslâm Dini, s. 5-11.
52 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul, 2004, s. 34.


KAYNAKÇA
Akyüz,Yahya, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, 1994.
Borak, Sadi, Atatürk ve Din, İstanbul, 2004.
Gölpınarlı, Muallim Abdülbaki, Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, İstanbul, 2005.
İlk Mektepler Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti Yayım Müdürlüğü Arşivi Kütüphanesi, İstanbul, 1927, s. 45.
İlk Mektepler Talimatnamesi, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1929.
İzmirli İsmail Hakkı, Din Dersleri, İstanbul, 1341.
Köy Mektepleri Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1931.
Köy Mektepleri Müfredat Programı, T.C. Maârif Vekâleti, İstanbul, 1938.
Öztürk, Hakan, Cumhuriyet Dönemi İslam Tarihi Çalışmalarında Hz. Muhammed Tasavvuru (1923-1938), (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2011.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih II Ortazamanlar, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931.
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:25:28
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Çankaya Köşkü'ne Seccade İlk Defa Atatürk Dönemine Girdi

The Guardian Gazetesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini şöyle yorumlamıştı: ‘Köşke ilk kez seccade girecek.’ 

Bu iddiaya ilk tepki, İsmet İnönü’nün torunu Gülsüm Bilgehan’dan geldi. CHP’li Bilgehan, Vatan’dan Mine Şenocaklı’ya Mevhibe Hanım’ın seccadesini göstererek şöyle diyordu: ‘ Her evde seccade varken Çankaya’da olmaz mı?’ 

Masamda bu seccade mevzuuna ilişkin ilginç bir doküman var. Meğer, seccade ilk kez İnönü’yle de girmemiş Çankaya’ya. Sahte Atatürkçüler kızacak biliyorum, ama gerçek bu: Seccadeyi ilk olarak Çankaya’ya taşıyan Atatürk. 

Resmi belgelerden anlatmaya başlayalım. Atatürk, vasiyetini 5 Eylül 1938’de hazırladı, vefatından 65 gün önce. Çankaya’daki kişisel eşyalarını kurucusu olduğu CHP’ye miras bıraktı. Miras listesinde yer alan tüm eşyalar, Atatürk’ün ölümünün hemen ardından 3 Aralık 1938’de dönemin CHP temsilcisi ve Erzurum milletvekili Nafi Atuf Kansu’ya teslim edildi. 

CHP, eşyaların bir kısmını müzelere devrederken bir kısmını devralmayıp Çankaya’da bıraktı. 

10. Cumhurbaşkanı Sezer’in geçen yıl yaptırdığı bir envanter çalışması, Atatürk’ün vasiyetiyle ilgili çarpıcı bir ayrıntıyı gün ışığına çıkardı. Atatürk’ün Terekesi’nde, CHP’ye miras bıraktığı ancak partisinin almadığı eşyaların dökümü var. Çankaya’da CHP’nin malı olarak gözüken bin 708 eşya bulunuyor. 

Sıkı durun. Bu eşyalar arasında 37 adet seccade var. Hepsi Atatürk’ten CHP’ye miras. Seccadeler mevcut CHP yönetimi için İş Bankası hisseleri gibi değerli bulunmayabilir ama Atatürk için öyle değildi. 

İnanmayan, köşkteki Atatürk Terekesi’ne bakabilir. Tereke numarası ve seccadenin renginden desenlerine kadar ayrıntılı kayıtlar mevcut.

Şamil Tayyar


[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:26:42
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Binbaşı Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe olarak görev yapıyor ve küçük bir pansiyon odasında kalıyor. Elçilikte çalışacağı bir oda da ayrılamadığı için bir ev kiralayıp, hem ataşelik makamı hem de oturmak için kullanmak istiyor. Bu talebini de İstanbul’a Harbiye Nezareti’ne bildiriyor. Bakanlık talebi haklı buluyor (biraz da onu uzakta tutmak gayesiyle) Mustafa Kemal’e ev kirası ve eşya parası olarak 219 lira gönderiyor. Bu para aylığından azar azar tahsil edilecek, alınan eşyaların listesi de Bakanlığa bildirilecektir. Mustafa Kemal aldığı eşyaların listesini gönderiyor.

Liste şöyle: 

Döner koltuk 35, korniş 1.5, elbise askısı 5.5, perde 16, mutfak eşyası 25, şeker maşası 2.5, süzgeç 6, divan 160, küçük masa 18, tuvalet takımı 4, karyola 80, döşek 120 kuruş. 

Ve listede dikkatinize sunmak istediğim bir madde daha var.

O da şu:

Seccade 20 kuruş


[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:27:23
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Prof. Dr. Haydar Baş'tan Atatürk'e dinsiz diyenlere cevap

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:27:42
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Kadiri, Mutasavvıf, Galip Hasan Kuşçuoğlu: Atatürk'e dinsiz muamelesi yapan kafirdir!

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:28:07
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk'ün Vefat Etmeden Önce Son Sözü ve Cenaze Namazı

Her insanın karşılaşacağı ölüm gerçeğinin son saniyeleri geldiğinde, o sırada yanında bulunanlardan Dr. Neşet Ömer bey “Dilinizi göreyim efendim. Lütfen dilinizi dışarıya doğru çıkartın” diye telaşlanırken, Atatürk, Dr. Neşet Ömer beye bakarak “VE ALEYKÜMÜSSELAM” diyerek gözlerini kapatmıştır. 

(Kılıç Ali’nin Anıları Sh 659. Hulusi TURGUT)

***

Prof. Dr. Neşet Ömer Bey bir aralık Atatürk'e:

- Dilinzi göreyim efendim. Diye seslendi.

Neşet Ömer Bey'in bu seslenmesi üzerine Atatürk dilini yarıya kadar çıkardı.

- Biraz daha uzatınız efendim! dedikten sonra da Neşet Ömer'e baktılar... "Ve aleykümüs selam!" diyerek gözlerini kapatıverdiler. Arkadaşım Hasan Rıza ve Muhafız Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe ile beraber elimizi kavuşturmuş son tanzim vaziyetinde duruyorduk. Hasan dayanamadı, büyük bir teesür içinde bana:

- "Kılıç bak, koca bir tarih çöküyor!.. dedi.

Saat tam dokuzu beş geçiyordu. Atatürk birdenbire gözlerini açtı. O güzel mavi gözlerini en son bize doğru tevcih buyurdu. Ve kapandı. Başlarını yine eski vaziyete getirdi. Aynı meş'um anda o güzler ebediyen kapanmış bulunuyordu.

(Kaynak: Kılıç Ali, Atatürk'ün Son Günleri, Sel Yayınları, s. 86, 87)

***

8 Kasım 1938. Mustafa Kemal, uyanır. Saate bakar göremez. Hasan Rıza Soyak’a sorar. “Saat kaç?”, “7.00 efendim” Aynı soruyu birkaç kez daha sorar. Soyak, cevabı tekrar ederek, saatin 19.00 olduğunu söyler. Soyak, “biraz rahat ettiniz mi efendim?” diye sorar. Gazi “Evet” der. Doktor Neşet Ömer İrelp, dilini çıkarmasını ister. Mustafa Kemal dener. Ancak sonra dilini geri çeker. İrelp’e dikkatle bakar ve son olarak “Aleykümselam” der. 30 saat süren komadan hiç çıkmaz ve 10 Kasım saat 09.05’de kalbi durur.

“Melekler, onların canlarını iyiler olarak alırken, ’selamün aleyküm! yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin’derler.” (Nahl/32)

(Ümit Özdağ - Yeniçağ)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:28:25
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
***

''Cenazeye Fahrettin Paşa kumanda ediyordu, içeride merasim başlarken, kardeşinin arzusu üzerine, büyük ölünün içeride cenaze namazı kılındı . Hafızlar tarafından Türkçe tekbir getirildi. Muayeed salonu bu güzel sesli hafızların tekbirleriyle inliyor, sarayın bütün ıssız odalarını dolduruyordu. Cenaze namazını İslam Tetkikleri Enstitüsü Profesörü Şerafettin Yaltkaya kıldırdı. Bu zaman etraftan toplar atılmaya başlandı. Sokaklar insan almıyordu. Bütün apartman pencereleri başla doluydu. Aynı zamanda bir Türk hava filosu da sarayın üstünden uçuyordu. 8.18'de tabut merdivenlerden ağır ağır iniyordu. On iki general, abanozdan yapılmış olan tabutu 8.21'de top arabasına koydular. Bu top arabasına üç çift siyah kadana koşulmuştu. Fahrettin Altay, atlas bayrağı tabutun üstüne serdi...'' 

(Enver Behnan Şapolyo ,Atatürk'ün Hayatı, s. 381)

***

''Hemşiresi Makbule Atadan Hanımefendi cenaze namazının nerede kılınacağını genel sekreteri Hasan Rıza'dan sormuştu. Cenazenin bir camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığını, devrin büyük din alimlerinden, İlahiyat Fakültesi İslam Dini Felsefesi Ordinaryüs Profesörü Mehmet Şerafettin Yaltkaya'dan sorulmuş, böyle bir şer-i zorunluluk olmadığı fakat bir kerede Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rıfat Börekçiden sorulmasını istemişti. Rıfat Hoca, Yaltkaya'nın kanaatini tasvip ederken: ''O'nun cenaze namazı tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farızanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir.'' demişti. Cenaze namazı resmi tören başlamadan saat 8'i 10 geçe, salonun ortasındaki büyük avizenin altına konmuş iki masa üzerine tabutun yerleştirilmesinden sonra kılındı. İmamlığı, Rıfat Börekçinin 1942'de ölümünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilecek olan ve bu hizmeti ölümüne kadar ifa edecek olan Ord. Prof. Mehmet Şerafettin Yaltkaya Hoca yaptı...'' 

(Cemal Kutay, Atatürk'ün Son Günleri, s.190) 

***

Dolmabahçe Sarayı'nda cümle kapısının önüne geldiğimde top arabasının durmakta olduğunu gördüm. İçeriye girerek yâver beylerin odasına gittim. Saat dokuza çeyrek kala sarayın büyük kapısı açıldı. Kumandan paşalar, vekiller, mebuslar kafile kafile gelmekte iken bu sırada Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, otomobilin içinden, başında sarığı olduğu halde çıktı. Hemen karşıladım. Muhafız bölüğü kumandanı beyin odasına aldım. Alt salonda bir faaliyet başladı. Ata'mın cenaze namazının nasıl kılınacağını bir kâğıdın üzerine yazmış, bana verdi. Biraz sonra Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya ile harem salonunun kapısına gittiğimiz zaman, orta yerde, mermer masanın üzerinde ipekli şanlı sancağımıza sarılmış aziz Ata'mızın sandukasını gördüm. Baş ve ayak ucunda kumandan paşalar büyük resmi üniformalarıyla ihtiram mevkiinde kemâl-i tazimle görülmedeydi. Biraz sonra namaza başlamak üzere kalabalık bir cemaatle Saray'ın salonunda Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, Ata'nın sandukasının başına geçti ve ben de arkasında durmakta idim. Şerefeddin Yaltkaya'nın işareti üzerine, yükses sesle namaza başlamak üzere iken ‘‘Allah için namaza / Meyyit için duaya / Uyun imama ey hâzirun’’ diye seslendim. Diyanet Reisi yüksek sesle ‘‘Tanrı uludur’’ diye namaza başladı ve ben de tekbirleri alarak yaşlı gözlerimle sevgili Ata'ma son vazifemi yerine getirdim. Namazdan sonra kumandan paşalar büyük bir saygıyla Ata'nın sandukasını elleri ve başları üzerine alıp top arabasının üzerine koydular...’’ 

(Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar Okur'un Anıları, sah:124).
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:29:38
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk Camileri Kapattı ve Ahıra Çevirdi Yalanı

Cumhuriyet'in Cami Politikası: İhtiyaç Kadar Cami

1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, “14.425 okula karşılık, 28.705 cami” vardır.[1]

Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14.Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve nekadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.[2]

Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.[3]

Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde “Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname” adıyla yürürlüğe girmiştir.

Bu çerçevede Türkiye genelinde “ihtiyaç fazlası” olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir.[4] İşte kapatılan ve başka amaçlarla kullanılan bu “ihtiyaç fazlası” camilerdir.

İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Son dönemlerde girilen savaşlardaki aşırı can kaybından sonra Türkiye’de ihtiyaç fazlası camilerin olması çok doğaldır.Yeni kurulan Cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri belirleyerek tasnif etmiştir. Üstelik bu iş için neredeyse bir yıllık bir zaman ayrılmış, gayet titiz bir çalışma sonunda ihtiyaç fazlası camiler belirlenmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, sıfırdan imar edilen ve kalkındırılmaya çalışılan, genç Cumhuriyeti kuranlar; “aşırıya”, “lükse”, “gösterişe” değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. Bu çerçevede “ihtiyaç fazlası camiler” belirlendikten sonra “dönüştürülerek” başka amaçlar için de kullanılmıştır. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, adeta sıfırdan imar edilen yeni Türkiye için, cemaati olmayan, bu nedenle tasnif dışı bırakılan camileri “boş” veya “atıl durumda” bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, camiler, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Bu konudaki bazı örnekler, dünyanın her yerinde olabilecek uç örneklerdir. Bu kötü,uç örneklerden dolayı dönemin yöneticilerini suçlamak son derece gayri ciddi ve insafsız bir yaklaşımdır. Tek parti döneminin cami politikasının eleştirilebilecek tek yanı bazı tarihi camilerin de tasnife tabi tutulmasıdır. Ancak asıl tarihi cami kıyımı DP ve Menderes döneminde yapılmıştır. (Bu konuya ilerde değinilecektir).

Emevilerden beri devam eden “cami fetişizminin” etkisiyle olsa gerek, genç Cumhuriyet’in bu çok normal kararı (ihtiyaç fazlası camileri başka amaçlarla kullanma), çok geçmeden “CHP camileri kapattı, depo yaptı, ahır yaptı” biçiminde bir “iğrenç” propagandaya dönüşmüştür. Cumhuriyeti kuran iradeyi “din düşmanı” göstermeye yönelik bu maksatlı propaganda, zaman içinde çok kişiyi etkilemiştir.

14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, normal insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına tepki göstermesi gerekirken, bizler sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyoruz acaba? Müslümana Müslüman propagandası yapmamızın başka bir amacı mı var acaba?

Tarihi Camilerin Yıkımını ve Amaç Dışı Kullanımı Konusundaki İstismarı Atatürk ve İnönü Önledi

Cumhuriyet'in ilk yıllarında bazı yerel yöneticiler tarafından eski eserlere gereken önemin verilmemesi üzerine bizzat Atatürk, aralarında camilerin de bulunduğu eski eserlerin korunmasını istemiştir. Atatürk 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra Hükümet de bu işle daha sıkı bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır.

31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, "imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü" belirtilerek, "bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması" istenmiştir. (4a)

3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının "vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri" belirtilmiştir. (4b)

Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 14.10.1936 tarihli bir genelgesi ile "askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşıdıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valilik onayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyarbakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları" son defa istenilmiştir. (4c)

Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle "İmar Yapı ve Yollar Kanunu"na dayanarak "belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmek için önce üzerindeki sağlam binayı "haraptır" diye yıktıklarının görüldüğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi" bildirilmiştir. (4d)

Bu belgelerden de görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında "illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının 'vakıf eserleri haraptır' diye aralarında bazı camilerin de bulunduğu bu eserleri çabucak yıktıkları" anlaşıldıktan sonra Atatürk ve Hükümet olaya el koyarak tarihi değeri olan bu eserlerin yıkımlarını önlemiştir. Belgelerden ayrıca, Hükümet'ten habersiz bazı yerel yöneticilerin taşrada bazı camileri "amaçları dışında kullandıkları" anlaşılmaktadır. Hükümet bu durumu fark eder etmez yerel yöneticilere gönderdiği genelgelerle "bu camilerin derhal boşaltılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan amaç dışında kullanılmamaması gerektiğini" bildirmiştir.

Yani Sayın Başbakan'ın, Tek Parti döneminde amaç dışı kullanılan camilerin fotoğraflarını göstererk, "İşte Tak Parti, İsmet İnönü camileri böyle yatakhane, depo, ahır yaptı" demesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıdaki beleglerde de açıkça görüldüğü gibi bu şekilde amaç dışı kullanılan bazı camiler, Hükümet'ten ve İnönü'den, hatta Atatürk'ten habersiz bir şekilde bazı işgüzar yerel yöneticiler tarafından bu hale getirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk ve İnönü'nün başbakanlığındaki Hükümet bu durumu öğrenir öğrenmez konuya müdahele etmiş; bu eserlerin bahanelerle yıkılmamasını, korunmasını ve amaç dışı kullanım için de mutlaka izin alınmasını şart koşmuştur.

İsmet İnönü Bazı Camileri Kapatıp Depo Yaptı, Kapısına Kilit Vurdu! Peki Ama Neden?

Cumhuriyet tarihi yalancıları ve onların yalanlarıyla beslenen “dinci partiler”, öteden beri CHP’ye ve İsmet İnönü’ye saldırmak için “Kafir İsmet İnönü camilere kilit vurdu. Etrafına asker dikti. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sokturmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere, ‘İçeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi?’ diye sordu!” biçiminde bir propagandayla, CHP ve İsmet İnönü’nün “cami düşmanı” olduğu yalanına neredeyse bütün Türkiye’yi inandırmışlardır.

Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’deki bazı camileri “depo” yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına “asker” dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır! Burada sorulması gereken ama asla sorulmayan soru şudur: Ama neden? İsmet İnönü'yü camileri kapatmakla suçlayanların amacı İnönü'yü "cami düşmanı" göstermek olduğu için bu "ama neden" sorusunu onlar asla sormaz, soramazlar. Çünkü İsmet İnönü’nün bu davranışının nedeni “cami düşmanlığı”, “din karşıtlığı” değil; tam tersine “dinine olan bağlılığı”, “tarihine olan saygısı”dır. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim! Şöyle ki: İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler”, bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, “Kutsal Emanetlerin” bulunduğu bu “cami depolar”, ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Çünkü İsmet İnönü, bu “Kutsal Emanetlerin” korunmasına çok büyük bir önem vermiştir.

Ayrıca İsmet İnünü, içinde kıymetli tarihi eserlerin saklandığı bu camilere çok iyi bakılmasını istemiştir. İsmet İnönü'nün isteği ile dönemin Hükümeti de bu konuda çok titiz davranmıştır. Örneğin, 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla, "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Sayı:6061 , Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)

Kıymetli tarihi eserler, Kurtuluş Savaşı yıllarında da yine bazı camilerde saklanmış, bu nedenle yine o camilerin kapısına kilit vurulup, kapısına nöbetçi dikilmiştir. Örneğin, 14 Haziran 1923 tarihli bir belgeye göre, "Kıymetli eşyanın olduğu camiyi bekleyen tabur ile kıta arasındaki haberleşmeyi sağlayan telefon hattının bozulduğundan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 16714, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 159.115..14..)

Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır”. Tufan Türenç, "Çirkin İftira ve Gerçek”, adlı yazısında, Cumhuriyet tarihi yalancılarının “bu çirkin iftirasının kaynağını”, yıllarca CHP’de görev yapmış, İnönü’nün yakınında bulunmuş, Necati Karakaya’nın anlattıklarıyla çürütmüştür.

Şimdi, Necati Karakaya’nın Tufan Türenç’e gönderdiği mektubu birlikte okuyalım:

“28 Şubat 2008, Büyük Millet Meclisi’nde CHP’li bir milletvekili konuşma yapıyor. Mehmet Ali Şahin Bakan koltuğundan bağırıyor. ‘Haydi, Haydi! Biz sizin nerelere kilit vurduğunuzu çok iyi biliriz.’ Bununla, ‘siz camilere kilit vurdunuz’ demek istiyor... 1950 yılından itibaren Anadolu’nun dolaştığım her köşesinde bu iftirayı duydum. Gerçek şudur. 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı. İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzil dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü. İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırkai Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerimi’ni, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi. Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti. Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar. Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi. İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: ‘Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın’ dedi.”

İşte o çirkin iftiranın gerçek yüzü böyle!…

Tufan Türenç’in dediği gibi; “Aradan 70 yıla yakın zaman geçmesine rağmen AKP hâlâ bu yalanı kullanıyor. Başbakan Erdoğan bununla da kalmıyor Kurtuluş Savaşı kahramanı, Cumhuriyet'in kurucusu, İkinci cumhurbaşkanı İsmet Paşa’yı Hitler’e benzetiyor. Ve açılan davada mahkeme Erdoğan’ı, ‘İnönü’nün böyle bir kişiye benzetilmesi, hatırasına saygısızlık teşkil ettiği gibi, milleti oluşturan bireylerin de kişilik haklarını ihlal edip incitmiştir’, gerekçesiyle mahkûm ediyor.”[5]

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir. İşte bu İsmet İnönü’nün savaş stratejilerinden biri de zorunlu hallerde “camileri asıl amaçları dışında kullanmak”tır.

Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi komutanı olan İsmet Paşa, Büyük Taarruz’dan önce I. ve II. Ordu ile bunlara bağlı karargâhların barınması için Akşehir ve Konya çevresindeki camiler, hanlar ve kervansarayları kullanmıştır. Özellikle, kışın bölgede askeri birliklerin barınması için büyük kışlalar ve misafirhaneler olmadığından bu yola başvurmuştur. İsmet İnönü, aynı yönteme II. Dünya Savaşı yıllarında da başvurmuştur.[6]

İşte İsmet İnönü’nün “bu yöntemi”, sonraki yılların “din istismarcıları” tarafından, İsmet İsmet İnönü’nün camileri kapattığı ve ahıra çevirdiği şeklinde halka yansıtılmıştır. Çok yazık doğrusu!...

Osmanlı da Camileri Otel Yapmıştı!

İsmet İnönü’ün, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasındaki “camilerin amaç dışı kullanılması” uygulaması, tarihimizde sadece İsmet İnönü’ye ait bir ilk uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20 yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştür.

Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında bazı camilerde bir süre göçmenler-mübadiller konaklamış, dolayısıyla bu camiler bir süre ibadete kapatılmıştır. Örneğin, 19 Mart 1924 tarihli "Kasabalardaki terkedilmiş evler, asker ve memurların ileri gelenlerince işgal edildiğinden mübadil olarak gelen muhacirlerin cami köşelerinde kaldıkları, söz konusu yerlerin muhacirlere verilmesi" şeklindeki bir belgeden, bazı camilerde muhacirlerin konakladığı anlaşılmaktadır. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 13517, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.1..17.)

Tarihimizde camiler ilk defa, 1877/78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması için İstanbul’daki büyük camiler ibadete kapatılmıştır. Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi camiler muhacirlerin barınmasına ayrılmış, bu camiler ve müştemilatı bir anlamda, muhacirlerin kaldığı “oteller”, “yatakhaneler” olarak kullanılmıştır.

Rubert Furneaux’un; “Tuna Nehri Akmam Diyor”, Charles Ryan’ın; “Plevne’de Bir Avustralyalı”, Mehmet Arif Bey’in; “Başımıza Gelenler”, Turhan Şahin’in; “Öncesi ve Sonrasıyla 93 Harbi” adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümlerle ilgili yürek burkan satırlar ve onların İstanbul’da camilerde barındırılmasıyla ilgili çalışmalar anlatılmıştır.

Böyle bir durum Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Balkan savaşlarını La Matin gazetesi muhabiri olarak izlemek amacıyla İstanbul’a gelen Stephane Lauzanne; “Hastanın Başucunda Kırk Gün” (Balkan Acıları), yine savaş muhabiri olan Georges Remond; “Mağluplarla Beraber” ve William M. Pickthall; “Harpte Türklerle Beraber” adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır.[7]

20 yüzyılda girilen ardı arkası gelmeyen savaşlar yüzünden Türkiye'de camiler yatakhane ve depo olarak kullanılmak zorunda kalmıştır. Prof İlber Ortaylı bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı... İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?" (7a)

İsmet İnönü’ye “camileri depo yaptı!” diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da “camileri otel-yatakhane yaptılar!” diye çıkışırlar mı? Ne dersiniz!

İŞTE MECLİS ZABITLARI: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen Camiler ve Türbeler

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu 1930’lu ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1940’lı yıllarda tek parti CHP, Türkiye’de pek çok tarihi camiyi ve türbeyi tamir ettirip koruyup kollamıştır.

1930’lu ve 1940’lı yılların Meclis Zabıt Cerideleri incelendiğinde birçok CHP’li milletvekilinin partilerinden-hükümetten, kötü durumdaki tarihi camilerin aslına uygun bir şekilde onarılmasını istedikleri görülmektedir. Dahası aynı milletvekillerinin, bu isteklerinin aksatılması veya gerektiği şekilde yerine getirilmemesi durumunda, yeri geldiğinde, ilgili genel müdürlüğü (Vakıflar Genel Müdürlüğü) ve hükümeti alabildiğince eleştirdikleri de görülmektedir. Çok daha önemlisi, dönemin tek parti hükümeti CHP, bu konudaki istekleri dikkate alarak, başta kötü durumdaki tarihi camiler olmak üzere Türkiye’deki birçok camiyi ve türbeyi tamir ettirmiş, camii ve türbe onarımları için özel tahsisatlar ayırmıştır. Vakıflar Genel Müdürleri, yeri geldiğinde Meclis konuşmalarında hükümetin onarttığı camileri, yapılan tamir işlemlerini, harcanan para miktarını tek tek açıklamışlardır.

İşte o Meclis Zabıt Ceridelerinden birkaç örnek:

27 Mayıs 1937’de, TBMM 4. Dönem, 46. Birleşimde söz alan Refik Şevket B. bazı camilerin tamirinden söz ederek, bu konuda Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bazı eleştirilerde bulunmuştur:

"Vakıf bütçesi söz konusu olduğu zaman, hiç bir zaman hatırımızdan geçmez ki bize ecdadımızın bıraktığı hayır kurumlarının imdadına koşan tek kurumdur. (…) Onun için bizim elimizde bulunan, gayet mazbut bir şekilde elimize verilmiş olan, ecdadımızın bir hayır ifadesi olan camilerin, çeşmelerin şu veya bu müesseselerin gözümüzün önünde nedensiz yıkılmasına meydan verecek kadar âciz bir nesil olmadığımızı ispat etmek bize düşer (Alkışlar). Onun içindir ki arkadaşlar, vakıf idarelerinin bilhassa kırtasiyecilikten doğan tahsisatsızlık yüzünden memleketimizin bir çok yerlerindeki 300, 400, 500 sene evvel kurulmuş ve hayırsever adamların bir nişanesi olan bu güzelim müesseseleri tamir ve ihya ve korumaya imkân bulunamamaktadır. Bırakanları rahmetle andığımız bu kurumlara daha çok gayret sarf ederek bakılmasını Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden özellikle ricayı vazife bilirim. Bizim görevimiz yıkmak değil, yapılanları tamir etmektir. Korumak göreviyle yükümlü olan bu nesil dünkü güzel eserler karşısında sessiz kalamaz. Vakıflar Genel Müdürlüğünden kendi hesabıma bir ricada bulundum, hüsnü telâkki ettiler. Meşhur Mimar Sinan’ın Manisa’daki Muradiye camimin tamiri için 1500 liralık tahsisat verdi ve tamir edildi. Fakat bu muazzam ve emsali artık yapılamayacak olan eserin maalesef 1500 liralık tamiratı, bilâkis onun büyük bünyesinde en ufak bir tesir bile meydana getirememiştir. Oradaki vatandaşlar ve onu gören her vatandaş bu müessesenin çatısını kurşunlarının açıldığını ve aktığını görmekle elbette ıstırap duyar. Türkiye B. M. Meclisi yürekten duyulan ıstırapların çaresine bakmakla mükellef olduğu için bizim namımıza görev yapan eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, millî bir duyguyla hayırsever bir imanın icap ettirdiği dikkatle hareket etmelidir..."

Vakıflar Genel Müdürü Rüştü B., Refik Şevket B’nin ince eleştirilerine şu yanıtı vermiştir:

"Refik Şevket Beyefendi kanun meselesinden sonra hayrata iyi bakılmaması konusunu söz konusu ettiler. Son zamanlarda bunu pek iyi yapamadığımızı itiraf ediyoruz. Fakat iki sene öncesiyle kıyaslanırsa bu konudaki çalışmalarımızın, vakıfların en parlak devri olan Meşrutiyeti takip eden devirde bile görülmediği anlaşılacaktır. 339’dan beri yalnız hayrata ait 4000 küsur ve akar olarak tamir ettiğimiz 900 ve yeni yaptığımız 400 bu kadardır. Bunlar hiç bir devirde böyle yapılmamıştır. (…) Manisa’daki camilerin tamiri meselesi: bunun önemlice bir tamir olduğu izaha muhtaç değildir. Kurşunlarını tamir için orada mütehassıs bulamadığımızdan İstanbul’dan bir adam göndermek gerekti. Geriye kalan tamirini bu sene yine yapmağa çalışacağız."

Görüldüğü gibi Vakıflar Genel Müdürü konuşmasında, son yıllarda aralarında Manisa’daki camilerin de olduğu yüzlerce tarihi eserin tamir edildiğini belirtmiştir.

Bu sırada Kocaeli Milletvekili Sırrı B., “Bildiğiniz gibi İstanbul’da, Tophanede iki sebil vardır. Onların şekli inşaları evvelce birer pırlanta gibi o havaliye süs vermekte idi. Fakat bir kaç seneden beri ihmal edildiği için yıkıldılar, birer harabe haline girdiler.” diye bir eleştiride bulununca, Vakıflar Genel Müdür Rüştü B., “Efendim, söz konusu ettiğiniz, Nusratiye camiinin sebilleridir. Kapının tarafeyninde sebilin parmaklıkları vardı. Gayet kıymettardı. Fakat çalındığı için kaldırıldı. Bu suretle sebil de yıkıldı. Bu sene bu konu incelendi. Gereken tahsisat ta verildi. Geçen gün gittim, gördüm, sebil yerine kondu." diye yanıt vermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 1, C.8, Birleşim 46, 4. Dönem, 12.5.1932, s.107-110)

TBMM’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1937 Bütçesi dolayısıyla söz alan Kütahya milletvekili Naşid Uluğ, hükümetin tamir edip onardığı camilerden şöyle söz etmiştir:

"Arkadaşlar; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sayın Başbakanımızın pek yakından gösterdiği alâka ile, son senelerde hakikaten çok faydalı işler gördü. Memleketin millî eserlerini teşkil eden çok kıymetli camilerimizi ve daha bazı abidelerimizi tamir etti. Bu faydalı hizmetlerden dolayı Vakıflar yönetiminin manevî şahsiyetine bu kürsüden teşekkür etmek isterim. Arkadaşlar; ellimizde iki milyon sekiz yüz küsur bin liralık bir vakıf bütçesi var. Daha bir çok muhtacı tamir camilerimiz, tarihî abideler bulunduğu halde, bu gibi eserlerin tamiri için buraya konan para, 159. 010 liradır. Geçen yıl Beyoğlu’nun ortasında bulunan Ağacamii hakikaten millî bir üslûpta yeniden tamir edilmiştir. Evkaf idaresinin gelecek bütçelerinde memleketin, Anadolu’nun Rumeli’nin her tarafında vaktiyle yapılmış olan yüzlerce ve yüzlerce camiyi tamir edecek, bahçelerini ve etrafı harap olmaktan kurtarıp çiçeklerle, parklarla donatacak bir hizmete hazırlanmasını temenni ediyorum."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 6, C.18, Birleşim 66, 5. Dönem, 27.5.1937, s.292)

Naşit Uluğ’un Meclis kürsünden belirttiğine göre hükümet, 1930’ların sonlarında “çok kıymetli camileri” tamir etmiştir. Örneğin, 1936 yılında Beyoğlu’ndaki Ağa Camii aslına uygun olarak tamir edilmiştir. Vakıflar bütçesinin artırılmasıyla ülkenin değişik yerlerinde tamir bekleyen çok sayıdaki cami de tamir edilebilecektir.

TBMM’de 1930’lardaki cami tartışmaları, 1940’larda da devem etmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1945’te, 7. Dönem, 17. Birleşimde konuşan Antalya Milletvekili H.Dağlıoğlu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bütçesiyle bazı camileri ve türbeleri tamir ettirdiğini anlatmıştır:

"Arkadaşlar, bu yıl Vakıflar İdaresi bütçesi geldiği zaman arzedeceğim. Vakıflar İdaresi bütçesine Millî abideler ve camilerin tamiri için beş yüz bin lira ödenek konmuştur. Yüksek Meclis bu parayı vermekte hakikaten cömert davranmıştır. Gönül istiyor ki, Millî Eğitim Bakanlığın’ın eski eserler ve müzeler kısmına da bu kadar bir para vermekten çekinmeyelim. Arkadaşlar, geçen sene Yüksek Meclis pek yerinde olarak bazı türbelerimizin tamirini, bilhassa bir işaret olarak, bir direktif olarak Millî Eğitim Bakanlığı’ndan istemişti. Yaptığım tahkikat ve aldığım izahata göre geçen sene Maliyeden verilen 30 bin liralık bir tahsisat ile 5 – 6 türbe tamir edilmiştir. Bunların arasında Gazi Osman Paşa’nın türbesi olduğu gibi II. nci Bayazit'in ve Selçuk Hatun'un türbeleri de vardır. Bilhassa Osman Paşa gibi bir milletin şanını ve şerefini bütün dünyaya kanıtlamış olan büyük bir adamın türbesinin bilhassa böyle bir zamanda tamir edilmesi hakikaten bizi sevindirecek mahiyettedir. Ben kendi hesabıma Millî Eğitim Bakanlığı’na bu bakımdan teşekkür ederim. Abidelerin tamiri için bir koordinasyon yapmak lâzımdır. Vakıflar İdaresi, Millî Emlâk ve Millî Eğitim Bakanlığı elele vermelidir. Bunların üçünün vazifeside bir olduğu halde bazen aralarında anlaşmazlıklar yüzünden ihtilâf çıkmaktadır. Halbuki dâva abidelerimizi korumak, onarmaktır. Onun için ne yapmak lâzım geliyorsa yapmalı, bu üç idare birleşmeli ve esaslı tedbirlerle karşımıza çıkılmalıdır. Arkadaşlar, bu eserlerin onarılmasıyla, hakikaten sistemli ve programlı şekilde tanzimiyle memleket turizmi de bundan çok istifade edecektir. Arkadaşlar; bildiğiniz gibi bu memleketten bir çok ‘tevaifi mülûk’ gelip geçti. Bunlardan birisi Hamidoğullarıdır. Bunların merkezi Eğridir'dir, Bunların Dündarbey medresesi vardır. Hakikaten fevkalâde bir eserdir. Bilhassa ecnebi seyyahlar mükemmel bir eser diye üzerinde durmuşlardır. Bunu da kurtaralım, hattâ oraya mahallî bir müze de yaparak bütün mezarları vesaireyi de içine koyarak teşhir ederlerse çok iyi olur. Bunu da bilhassa rica ediyorum...." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 2, C.20, Birleşim 17, 7. Dönem, 24.12.1945, s.315-317)

Antalya Milletvekili Dağlıoğlu’nun bu konuşması son derece önemlidir. Dağlıoğlu’nun verdiği bazı bilgiler cidden dikkat çekicidir. Örneğin, 1945 yılında camilerin ve eski eserlerin tamiri için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine 500.000 lira ödenek konmuştur. 1944 yılında TBMM, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bazı türbeleri onarmasını istemiştir. Maliye bu için 30.000 lira ödenek vermiştir. Bu para ile, aralarında Gazi Osman Paşa, Selçuk Hatun ve II. Beyazit’in türbelerinin de bulunduğu 5-6 türbe onarılmıştır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1940 yılı Bütçesi görüşülürken söz alan İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün cami tamir çalışmalarını şöyle eleştirmiştir:

"İstanbul'daki Kıymetli eserlerin tamiri konusunda Muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün göstermekte olduğu hassasiyet ve sarf ettiği gayret ne kadar şükranla karşılanmağa lâyik ise bu hassasiyet ve gayretin fîili sahaya intikalinde meydana gelen hatalar da o oranda teessürle karşılanacak bir mahiyet arz etmektedir. Bendeniz daha evvel Mahmutpaşa, Sinanpaşa, Lâleli ve Hüseyinağa camileri gibi bazı eski eserlerin tamiratı dolayısıyla yapılan hatalı işler hakkındaki mütalaa ve teessürlerimi kendilerine özel olarak söylediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Gerçi sonraları İstanbul’da pek o kadar belli başlı tamirat yapılmamış ise de yine az çok bazı şeyler meydana getirilmiş olduğundan bunlar hakkındaki görüş ve eleştirilerimi, hiç olmazsa bundan sonra yapılacak tamirat esnasında dikkate alınır ümidi ile gerekli görmekteyim. Önce şurasını belirmeliyim ki, o gibi nefis tarihi eserlerin restorasyon usul ve kaidesine uygun olarak tamir edilmesi gerekirken bu konuya kesinlikle önem verilmemektedir Bilginiz dahilindedir ki her bina asrına göre bir malzeme ile yapılmıştır. Buna dair bazı örnekler vereyim: Karagümrük’teki Atikalipaşa camiinin hariç kubbeler evvelce ref edilerek yapılmış olan son cemaat yeri tamirat esnasında kamilen kaldırılarak camiin methali açıkta bırakılmış ve yağmur sularının içeri girmesine uygun bir vaziyet ortaya çıkmıştır. Hırka-i Şerif’teki Mesih Alipaşa camiinin tamirinde ise büyük bir dikkatsizlik göze çarpmaktadır. Camiin haricî ve dahilî duvarları baştan başa raspa edilerek bina bembeyaz ve cascavlak bir hale getirilmiştir. Bundan başka alçı pencereler ve kadim renkli pencere camları değiştirilmiş ve acayip bir manzara hâsıl olmuştur. Sultan Ahmed camiinin yan kapılarının dehlizleri üzerinde bulunan çifte örtülü 12 kubbenin bilmem ne vakit üst kubbeleri imha edilmiş olduğu gibi son cemaat yerinin ve şadırvan avlusunun revakları içindeki kıymetli malakârî rozetler bozulup üzerleri düz sıva ile sıvanmıştır. Sırası gelmişken şurasını da arz edeyim ki, camiin mahfeli ahşaptır ve sitile de uygun değildir. Fakat yapıldığı zamanın mantalitesini ve bir devri ifade ettiğinden dolayı hususiyeti vardır. Orasını kaldıracaklarını işittim. Halbuki, bu binayı yıkmak değil tamir etmek lâzımdır. Köprü başındaki Yenicaminin durup dururken kapı methalinin raspa edilmesinin anlamını anlayamıyorum. Bundan başka caminin saçakları betonarme yapılmıştır ki, bu da restorasyon usulüne külliyen muhaliftir. Kadırgadaki Sokullu camii muazzam bir camidir. Medrese tekke, darülhadis ve cami hep bir aradadır. Mimar Sinan’ın şaheserlerindendir. Burada yapılan tamirat arasında kubbe kenarlarındaki istalaktitlerin yine eskisi gibi taştan yapılması gerekirken bunlar alçıdan yapılmıştır. Senelerin tesir ile tarihî bir nefaseti ihzar etmiş olan iç cidarlarının kefeki taşları zamanla bağladığı esmer renkle bozulmuş çinilerin ahengini teşkil ettiği halde bunlar baştan başa raspa yapılmakla bembeyaz meydana çıkmış ve eskilik ahengi ve rengi tarihisi bozulmuştur. Dahilinde bulunan sekiz parça 12.nci asra ait yaldızlı yazılar da bozulup bunlardan bir kısmı yeniden yazdırılmıştır. Binaenaleyh, yazıların eskiliği ve eserin kıdemi feda edilmiştir. Tekke binasının kurşunları sökülmüş başka yerlerde kullanılmış ve bu binanın bir kısmı kiremitle örtülmüş ve bir kısmı da açık ve yağmur sularının tahribine maruz bir halde bırakılmıştır. Azapkapısı’nda kıymeti tarihi özelliği olan cami haricen çimento sıva ile berbat bir hale konulmuştur. Şimdi evkafın tamir hususundaki hatalarından söz edeceğim. 

1 - Bir mahal tamir edilirken diğer vakıf binanın malzemesi sökülerek kullanılmaktadır. 

2 - Klâsik tipte olan alçı pencereler çimentodan yapılmakta veya tamir edilmekte ve bu suretle kıymet bozulmaktadır. Eski çerçevelerdeki camlar renk ve şeffaflık itibarı ile hususiyet taşımakta ve yeni yapılan çerçevelerde kullanılanlar ise malûm olan mavi, sarı, kırmızı, ve yeşil renklerdeki adi camlardan ibaret olup çok çirkin bir manzara teşkil ve eserin mimarî ve tarihî kıymetini bozacak bir vaziyet ihdas eylemektedir. Bu görüşümün isabeti Topkapı müzesinde ve Ayasofya türbelerindeki alçı çerçevelerle yeni yapılan Lâleli, Mesihpaşa ve Bayazıd camilerindeki çerçeveler mukayese edilirse derhal tezahür eder. Bu camiler bu çerçevelerle birer ucube halini almışlardır. 

3 — Eski eserlerin bir çoğu harap olup bunların çoğunun da sakafları açık ve çerçeveleri ve camları kırık olduğu halde gereken bu çeşit tamirat yapılmayarak raspa, boya ve yaldız gibi süs tamirat ile uğraşılmakta ve bu suretle lüzumsuz şeyler için ve bazen de ikinci ve belki de üçüncü derecedeki işler için bir çok masraflar yapılmaktadır ki bu da başarılı olmasa gerektir. Bu cümleden olmak üzere Süleymaniye camii kubbesini bir örnek olarak arz edebilirim: Bu cami kubbesinin sıvaları eski kalemkâri nakışlar meydana çıkarılacak diye bozulmasıdır. Halbuki o kalemkârî işler esasında bozuk olmamış olsaydı üzerine sıva vurulur mu idi? Bu kadar basit bir şeyin düşünülmemesi, boşuna masraf ile muazzam bir iskele kurulmasını ve binlerce amele çalıştırılmasını icap ettirmiştir. 

4 — Görünüşe uygun olarak yapılan bu işler ya proje ve keşif gibi esaslı noktalara dayandırılmamakta veyahut keşiflere önem veren bir kişinin tamamıyla arzusuna ve keyfine bağlı bırakılmaktadır. 

5 - Bazı mabetlerin işlerinde, sonradan yapılmış olan ve periyodik ifadeleri taşıyan mahfel, merdiven, maksure, dolap ve emsali parçalar gereksizdir diye sökülüp atılmakta ve bu suretle o mabet bütün bu hususiyetlerden mahrum bırakılmaktadır. Yapılan tamirat esnasında sona asrın icadı olan çimento, frenk kiremidi, Avrupakârî kilitler ve son sistem çerçeveler kullanılmaktadır. Bir devir sonra, bunların her hangi birini inceleyecek olan bir âlim, bir müdekkik bu yeni eserleri görünce hayret edecek ve eski ecdad ile yeni torunu karşılaştırmada bu devrimizi eleştirecektir. Bilginiz dahilindedir ki bu eski mabetlerin her biri tarihte nam bırakmış, büyük mimarlardan birinin eseri sanat ve maharetidir. Mimar Ayaş, Hayreddin, Acem Ali, Sinan, Kasım ve Memed Ağalar gibi sermimarı devlet unvanını almış olan bu önemli kişiler memleketin imarında pişüva olmuşlar ve hattâ vazifelerinde kusurları görülenler bu kusurlarını hayatları ile ödemişlerdir ve bu eserler için milyonlarla ölçülecek servet sarf olunmuştur. Bu gün bu eserleri göstererek medeniyette bizim de çok yüksek nasibimiz olduğunu çok haklı olarak iddia edebiliriz. Takdir buyurursunuz ki, bu kıymetli eserler Vakıfların malı, mülkü değildir. Vakıflar onların muhafızı ve bekçisidir. 3 odalı bir evi tamir ederken bir takım şartlara uyuyoruz. Binaenaleyh ecdadımızdan intikal eden ve millete mal olmuş olan bu kıymetli eserleri birer meşheri sanat ve maharettir. Binaenaleyh bunların tamirinde de o kadarcık olsun özen göstermek lâzımdır. Halbuki bu gün seçilen usulle bu eserler bozulmağa yüz tutmaktadır. Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve kadîm eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüsatta bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım. Temenni ederim ki, bu eserlerin tamirinde ayni hatalar yapılmasın ve yapılan işler restorasyon usul ve kaidelerine uygun olarak bu uğurda harcanan paralar heder edilmesin. Bendeniz bütün bu yanlışlıkların ve usulsüzlüklerin vukuunu yalnız mimar vasfını taşıyan kişilere ve müteahhitlere tamiratın verilmesinde görüyorum. Gerçi ortada bir danışma komisyonu vardır. Fakat bu komisyon her nedense fiili bir netice vermemektedir. Bu da görülen sakatlıklarla sabittir. Binaenaleyh buna ihtimal vermemekle beraber bu heyetin adeta görünüşü kurtarmak için teşkil edildiği zannı hâsıl olmaktadır. Gerçek amacı ise bittabi bu değildir. Hastalık meydandadır. Bu nasıl düzeltilebilir. Şimdi müsaadenizle kısaca buna da temas edeyim. Bu gibi eski nefis eserlerin fennî usul ve kaideye uygun tamirini temin için restoratörlerden, tarih müdekkiklerinden ve sanayii tezyini ustalarından oluşan kuvvetli bir heyet kurmak lâzımdır ve yapılacak bütün işlerin bunların kararı ile yapılması ve bilhassa, bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gördüğü teşvik ve himaye ile mütevazi şekilde çalışarak meydana getirdiklerini bizzat gidip gördüğüm, mesai semerelerini bu kürsüden yüksek bir şükran ile ve ciddî bir takdir ile arz etmeyi vicdan borcu bildiğim Topkapı müzesindeki abideleri koruma komisyonunun en evvel görüşünün alınması ve yani onlarla teşriki mesai edilmesi lâzımdır. Belki böyle bir komisyonun kurulması biraz masraf ihtiyarını icap ettirecektir. Fakat bu gereklidir. Yapılan masrafların heba edilmemesinden ise bu kadarcık masraf ile daha seçkin işlerin dürüst ve muntazam bir şekilde yürütülmesi çok yerinde olacaktır. 

Sözüme nihayet verirken beyanatımın başlangıcında da arz ettiğim şekilde muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün, eski ve nefis eserlerin tamiri hususunda şahsen gösterdikleri arzu ve gayret ve samimî yardım cidden şükranla karşılanmağa lâyıktır. (..) Gayet açık ve samimî olan bu beyanatımı iyi niyetle dikkate alacaklarından eminim." 

İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, 31 Mayıs 1940 tarihli Meclis oturumunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü, tarihi camilerin tamiri yapılırken aslına uygun olarak yapılmadığı gerekçesiyle böyle eleştirmiştir. Karamürsel’in eleştirileri, tek parti CHP’nin iyi-kötü birçok tarihi camiyi tamir ettirdiğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Karamürsel, “Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve eski eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüste bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım” diyerek Türkiye’nin değişik yerlerdeki camilerinin onarıldığını belirtmiştir. Karamürsel’in konuşmasında verdiği bilgilere göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Mahmut Paşa, Sinan Paşa, Laleli, Hüseyinağa, Beyazid, Atikalipaşa, Mesihalipaşa camileri, Yenicamii, Sokullu camii, Azapkapı camii gibi çok sayıda caminin tamir edildiği, onarıldığı anlaşılmaktadır. 

Daha sonra Tokat Milletvekili Nazım Poray söz alarak CHP'nin İstanbul’da tamir ettiği camilerden söz ederken eleştirilerini de şöyle dile getirmiştir:

"Evkaf idaresinden istediğim meseleler şunlardır: İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir. Geçen sene Kösemvalide’nin eseri olan Çinilicami, ki Üsküdar’ın adeta cevheridir, çok güzel bir surette tamir edilmiştir. Boğaza bakan Şemsipaşa camisi tamir edilmektedir. Bu bina Mimar Sinan’m en güzel eserlerinden birisi, adeta Boğazın incisidir. Maalesef İnhisarlar idaresi bunun ön tarafına depolar ve bürolar inşa etmiş ve bu güzel eserin perspektifini kapamıştır. Vakıflar şimdi bu camii tamir ediyor. Yalnız arkasında bir takım medreseler vardır. Malûmu âliniz bu medreseler bir özel kanunla özel idareye verilmiştir. Vakıf camileri tamir ediyor. Fakat medreseler eski hali harabe ve pislikte kalmaktadır. Acaba Vakıf idaresi için özel idarelerde anlaşarak böyle bir tamir yapıldığı zaman cami ve medreseleri beraber tamir etmeğe imkân yok mudur, bu imkân bulunamaz mı? Birinci sualim budur. İkinci olarak anlamak istediğim nokta, haber aldığımıza göre yine Üsküdar’da Üçüncü Sultan Mustafa’nın inşa ettirdiği Ayazma camii yakında tamir edilecekmiş. Bu cami tabi daha eski zamanlardan kalmış olduğu için çok kıymetli olmakla beraber biraz mimarisine ecnebi kokusu karışmıştır. Yani Türk mimarisindeki seciyeyi, sağlamlığı, vakarı korumuş bir bina değildir. Bu gibi binalara gelmektense, bu gün İstanbul’da daha eski ve çok harap olmuş camilerimiz vardır. Bunları tamirle işe başlamak daha doğru değil midir? Bence önemli olanı tercih etmek doğru olur. Meselâ Kasımpaşa’daki Piyale camimin çok harap olduğu söylenmektedir. Ben yakınlarda görmedim. Tamamen yapılmasının çok masraf gerektirdiğini takdir ederim. Acaba burasını kısmen olsun tamir etmek mümkün değil midir? Yine Üsküdar’da iskele başında Mihrimah camisi vardır. Bu cami de Sinan’ın eseridir ve gayet güzel, insana ferah verecek bir mabettir. Camiin yamadaki medrese, vaktiyle özel kanunla özel idareye terk edilmiş ve bu medrese çocuk bakım evi olarak kullanılmakta bulunmuştur. Bu medresenin tamiri esnasında, anlaşılan daha uygun bir yer bulamamış olacaklar ki, medresenin bir duvarını yıkarak kapı açmak suretiyle Mihrimah camimin harimine kömürlük yapmışlardır. Bunu hangi kötü eller, hangi mimar yapmıştır bilmiyorum. Mihrimah caminin hariminde, Sinan Paşa’nın kabrinin karşısına demirden yapılmış gayet adi, en kaba hisleri bile rencide edebilecek bir kömürlük. Şehremaneti ile Evkaf arasındaki anlaşmazlıkların çözümü bir hakem heyetine havale edilmişti. Bu davalar sırasında bu kömürlüğün de oradan kaldırılması Evkaf tarafından pek haklı olarak istenmişti, hakem heyeti de bu kömürlüğün kaldırılmasına karar vermişti. Bu karar verileli üç sene olduğu ve hüküm de kati olduğu halde bu gün halâ oradan geçenler kömürlüğü orada görmektedirler. Bunun kaldırılmasını rica ederim. Diğer sual: Rüstem Paşa camii hakkındadır. Bu cami Kanunî Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın camisidir ki, çinileri ile meşhurdur. Süleymaniye’nin altında, Haliç’in üstünde olan bu cami pis barakalar altında kalmıştır. Bu pislikler oradan kalkarsa bu eserler birbirini tamamlayan iki abide olacaktır. Rüstem Paşa camiinin çinilerinin dünyada emsali yoktur. Bu da Mimar Sinan’ın eseridir. Sinan denize yakın olması itibar ile camii bir bodrum üzerine yapmıştır. Altını kazmış ve biraz yükseltmiştir. Bu caminin altındaki bodrum Vakıflar tarafından kiraya verilmektedir. Burasını tutanlar bir şeker fabrikası haline getirmişlerdir. Bonbon, yemek için aldığınız ve içinden manasız ve hatta küçük yazılar çıkan şekerler orada yapılmaktadır, Bunların bir takım kızlar tarafından kâğıda sarıldığını gördüm. Günün birinde bir yangın vuku bulursa cami yanmazsa da çok hasara uğrayacaktır. Bu camiin avlusu da pek kötüdür. Yalnız bu değil, daha bir çok camilerin de avluları kötüdür. Bilhassa Rüstem paşa camisi berbat bir haldedir. Vakıflar buradan ne kadar kira alır bilmiyorum. Fakat bu bodrumun boşaltılması iyi olacaktır. Üsküdar’da Ahmediye camimde haftanın belirli bir gününde fukaraya çorba tevzi edilmektedir. Bunu pek yakında oradan bir gün geçerken kemali şükranla ve aynı zamanda da teessürle gördüm. Çünkü manzara hakikate insana teessür verecek mahiyette idi"

Tokat milletvekili Nazım Poray’ın bu eleştirileri ve önerileri de dikkat çekicidir. Öncelikle Poray da bu konuda konuşan diğer milletvekilleri gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tamir ettirdiği camilerden söz etmiştir. Poray, “İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir..” diyerek, İstanbul’da Çinili Camii ve Şemsi Paşa Cami’nin tamir ettirildiğini, Ayzama Cami’nin de tamir ettirileceğini belirtmiştir. Poray ayrıca Üsküdar’daki Mihrimah Camisi’nin harimine yapılan kömürlüğün, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün isteğine rağmen hala kaldırılmamasını eleştirerek bunun biran önce kaldırılmasını istemiştir. Rüstem Paşa Camii’nin altındaki bodrumun kiraya verilmesinin doğru olmadığını belirterek, o bodrumun da boşaltılmasını istemiştir.

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper bu “cami eleştirilerine” şu yanıtları vermiştir:

"Abidelerin tamirinde restorasyona uygun hareket edilmesi istendi; Bu zaten çalışmalarımızda öteden beri göz önünde bulundurduğumuz bir konudur.bunun içindir ki, biz teşkilâtımız haricinde memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz. Bu böyle olmakla beraber bilhassa saydıkları noksanlar hakkında benim de kulağıma gelen bazı konular oldu. Bunların içerisinde bu işler pek güç, her birinin ayrı ayrı uzmanlarının bulunması gereklidir. Belki hata edilmiş noktalar olabilir. Yalnız bir kaç tanesinde de yaptığımız incelemelerle söylenilen şeylerin pek de muvafık olmadığı neticelerine vardık. Meselâ Yeni Camiin raspa vaziyetinde. Bunu defalarca incelettik, raspa edilen yerler esasen taşların üzerini tekrar kazımak gibi değildir. Yapılan işte kireç ve saire bir kısmına evvelce sürülmüş, sürülen sıva bir şeyler olmuş, tabiî öbür tarafı böyle olmayınca sonradan görüldüğü zaman zannediliyor ki, üst tarafı da böyle idi.Halbuki bazı yerlere sıva sürmüşler, bazı yerlere sürmemişler. Bunlar yine görülebilir. ikincisi daha ziyade uzman heyetin arzusudur. Elbette daha iyi bir neticeye varılabilir. Abdileri koruma komisyonu hakkında tabi bir şey söylemek bendenize düşmez, onların da mesaisini takdir ederim. Esasen onların da bize karşı bazı talepleri olmuştur. Bir kısımlarını haklı olarak yaptırmışızdır, bir kısımlarını da inceletmişizdir. Merhum Halil B. bizzat gerek Azabkapı’daki cami hakkında, gerek bilhassa Kadırgadaki eserler hakkında dikkatimizi çekti. Biz bunları ayrı ayrı inceledik. Hepsinin yapılmasını arzu ederim. Bir de, camiler tamir olunurken medreselerin de tamiri ve bunların birlikte halinde bulunduğu, birisinin tamir edilirken diğerlerinin de tamirsiz kalmamasını söylediler. Bunun için Başvekâlet yüksek makamından istirhamda bulunduk. Vakıflar idaresinden, Maarif vekâletinden, İstanbul vilâyetinden ortak bir heyet teşkil edilerek İstanbul’u semt semt gezdiler. Süleymaniye Camisi’nin altındaki demirci dükkânları senelerden beri orada devam eden bir bozukluktur. Lâleli Cami’inin bir kapısında iki tane kömürcü dükkânı vardır. Sultanahmet’in yanı başında turşucu dükkânı vardır Rüstempaşa Camisi’nin altında belki de meyhane ve buna mümasil bir takım şeyler hemen hepsinde vardır. Kadırgadaki Şehit Mehmet Paşa Camisi’nde çerçeve şeklinde dükkânlar vardı ve pis pis, kirli kirli bezler asılı vaziyetler vardı. Bunları yavaş yavaş istimlâk ederek eski haline getirmeye çalışıyoruz. Fakat bunların hepsine birden yetişmeğe bu gün imkân yoktur. Zaten bu iş ufak, tefek bir iş değil, milyonlar gerektiren bir iştir. Düzgün bir programla yavaş yavaş üzerinde işlemek zarureti vardır.”

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper’in “camilerin tamiri” konusundaki bazı eleştirilere verdiği bu yanıtın satır aralarında çok önemli bazı gerçekler saklıdır. Şöyle ki: Öncelikle, Kiper, "Biz teşkilâtımız dışında memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz.” demiştir. Yani tarihi camilerin restorasyonu sırasında aslına uygun olmayan onarımların, eksik ve yanlışların sorumlusu bu uzman ekiptir. Vakıflar Genel Müdürü bile “Biz tamamen uzmanların önerilerine uyuyoruz” dediğine göre camilerin tamiri, onarımı sırasındaki hatalardan ve eksiklerden Atatürk’ü veya İsmet İnönü’yü sorumlu tutmak hiç de doğru ve gerekçi bir yaklaşım değildir.Kiper ayrıca, camilerle birlikte türbelerin de onarımının yapılması için uzman bir ekip görevlendirildiğini ve bu ekibin bütün İstanbul’u gezerek incelemelerde bulunduklarını belirtmiştir. Kiper, cami altlarındaki dükkanların da zaman içinde temizleneceğini ifade etmiştir.

Konya milletvekili Dr. Osman Şevki Uludağ, söz alarak Vakıflar Müdürü’ne hitaben; “Efendim bir sorumu cevapsız bıraktılar. Bendeniz dedim ki; bundan üç sene evvel Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii ile Edirne’deki Bayazıd Darüşşifası hakkında o zaman bunların geçici olarak tamirlerinden bahsetmiş ve önemle nazarı dikkate alacaklarını cevaben söylemişlerdi. Bunlar nazarı itibara alınması tarihi ne zaman gelecektir?. Bu hususta hiçbir ifadede bulunmadılar?”. diye sormuştur.

Bu soruya Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper şu yanıtı vermiştir:

“Efendim Beyşehrin’deki Eşrefoğlu camii ile Edirne’deki Darüşşifadan hakikaten üç sene evvel söz edilmişti. Ben bunların o vakit nazarı dikkate alınacağını belirtmiştim ve bunlara da bakılmıştır. Bu Eşrefoğlu Camisi hakikaten çok yüksek bir eserdir. Bu gün buna başlanacak olsa elimizdeki arkadaşlarımız kendilerinden başka ayrıca bunlara bakacak uzmanlara gerek olacağını söylemişlerdir. Bu çok paraya dayanan bir iştir. Tahsisatımız 100. 000 liradır. Bütün bunlar nazarı dikkate alınmamış değildir. Hepsini yapmağa kudret ve kifayetimiz yoktur. Bir soru da Amasya’daki Bayazıd Camisi hakkında idi. Bayazıd Camisi meselesine gelince; o da maatteessüf diğerleri gibi yıkılmıştır. Bu gün onun tamiri için 200. 000 liraya ihtiyaç vardır. Amasya’daki güzel eserlerden çoğu kalmamıştır ve halkın arzusu bunun yapılmasıdır. Başvekilime verdiğim raporda bu da vardır. Zamanın uygunluğu nispetinde gelir temini ile yapılma noktası vardır.Vaziyet budur."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 7, C.11, Birleşim 60, 6. Dönem, 31.5.1940, s.482 vd.)

Vakıflar Genel Müdürü bütün açık yürekliliğiyle Beyşehirde’ki Eşrefoğlu Camii, Edirne’deki darüşşifa, Amasya’daki Beyazid Camisi gibi çok sayıda caminin ve tarihi eserin yeterli ödenek olmaması yüzünden maalesef zamanında tamir edilemediğini ancak gelir temin edilir edilmez bunların da onarılacağını ifade etmiştir.

Cami, tamiri ve onarımı konusundaki eleştirilere İzmir milletvekili Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 31 Mayıs 1944’te, 7. Dönem, 65. Birleşimde şöyle yanıt vermiştir:

"Arkadaşlar ortada büyük bir hakikat vardır. O da memleketimizin bir abideler memleketi olmasıdır. Tarihin tanıdığı günden beri milletin üstünde, oturduğu yerlerde yaptığı eserler o kadar çok, o kadar büyük ve abideler o kadar zengindir ki, bunların ince bir hesaptan geçirilmeksizin hepsini ayakta tutmak istemek, korkarım ki, en büyük abide olan hayatta olanları fazla rencide eder. Bunları iyi bir yöntemle tasnif ve tespit ederek - ki Vakıflar Genel Müdürlüğü de bunun üzerindedir - bunların başta gelenlerini, kaça mal olursa olsun, ihya etmek veya ayakta tutmak için elden gelen gayretin azamisi yapılır, bunda ben de tamamen sizinle beraberim.Yine doğru olan bir hakikat vardır ki, o da bu, işe şimdiye kadar kâfi ehemmiyet vermemiş olmamızdır. Şimdiye kadar fakir bir bütçe ile, fakir bir teşekkülü bu işi başarmağa memur etmiş bulunuyoruz. Bu nispeten çok az para ile çalışan idare, elinden geleni yapmış ve kurulduğu günden beri büyük abide sayılan müesseselerden yüze yakınını ya ihya etmiş veya ayakta duracak hale getirmiştir. Eğer bu teknik itibariyle, para itibariyle biraz daha takviye edilecek olursa bunun verimi, biraz önce arz ettiğim sahaya intikal etmiş olacaktır. Arkadaşlarımla beraberim, verdikleri izahatı dinledim, Vakıflar Müdürü ile de konuştum, ümit ediyorum ki, gelecek sene daha az kusurlu olarak huzurunuza çıkmış bulunacağız (Alkışlar)." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 8, C.10, Birleşim 65, 7. Dönem, 31.5.1944, s.434,435 vd.)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:30:22
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk Camileri Kapattı ve Ahıra Çevirdi Yalanı

Cumhuriyet'in Cami Politikası: İhtiyaç Kadar Cami

1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, “14.425 okula karşılık, 28.705 cami” vardır.[1]

Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14.Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve nekadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.[2]

Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.[3]

Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde “Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname” adıyla yürürlüğe girmiştir.

Bu çerçevede Türkiye genelinde “ihtiyaç fazlası” olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir.[4] İşte kapatılan ve başka amaçlarla kullanılan bu “ihtiyaç fazlası” camilerdir.

İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Son dönemlerde girilen savaşlardaki aşırı can kaybından sonra Türkiye’de ihtiyaç fazlası camilerin olması çok doğaldır.Yeni kurulan Cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri belirleyerek tasnif etmiştir. Üstelik bu iş için neredeyse bir yıllık bir zaman ayrılmış, gayet titiz bir çalışma sonunda ihtiyaç fazlası camiler belirlenmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, sıfırdan imar edilen ve kalkındırılmaya çalışılan, genç Cumhuriyeti kuranlar; “aşırıya”, “lükse”, “gösterişe” değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. Bu çerçevede “ihtiyaç fazlası camiler” belirlendikten sonra “dönüştürülerek” başka amaçlar için de kullanılmıştır. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, adeta sıfırdan imar edilen yeni Türkiye için, cemaati olmayan, bu nedenle tasnif dışı bırakılan camileri “boş” veya “atıl durumda” bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, camiler, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Bu konudaki bazı örnekler, dünyanın her yerinde olabilecek uç örneklerdir. Bu kötü,uç örneklerden dolayı dönemin yöneticilerini suçlamak son derece gayri ciddi ve insafsız bir yaklaşımdır. Tek parti döneminin cami politikasının eleştirilebilecek tek yanı bazı tarihi camilerin de tasnife tabi tutulmasıdır. Ancak asıl tarihi cami kıyımı DP ve Menderes döneminde yapılmıştır. (Bu konuya ilerde değinilecektir).

Emevilerden beri devam eden “cami fetişizminin” etkisiyle olsa gerek, genç Cumhuriyet’in bu çok normal kararı (ihtiyaç fazlası camileri başka amaçlarla kullanma), çok geçmeden “CHP camileri kapattı, depo yaptı, ahır yaptı” biçiminde bir “iğrenç” propagandaya dönüşmüştür. Cumhuriyeti kuran iradeyi “din düşmanı” göstermeye yönelik bu maksatlı propaganda, zaman içinde çok kişiyi etkilemiştir.

14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, normal insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına tepki göstermesi gerekirken, bizler sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyoruz acaba? Müslümana Müslüman propagandası yapmamızın başka bir amacı mı var acaba?

Tarihi Camilerin Yıkımını ve Amaç Dışı Kullanımı Konusundaki İstismarı Atatürk ve İnönü Önledi

Cumhuriyet'in ilk yıllarında bazı yerel yöneticiler tarafından eski eserlere gereken önemin verilmemesi üzerine bizzat Atatürk, aralarında camilerin de bulunduğu eski eserlerin korunmasını istemiştir. Atatürk 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra Hükümet de bu işle daha sıkı bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır.

31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, "imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü" belirtilerek, "bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması" istenmiştir. (4a)

3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının "vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri" belirtilmiştir. (4b)

Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 14.10.1936 tarihli bir genelgesi ile "askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşıdıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valilik onayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyarbakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları" son defa istenilmiştir. (4c)

Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle "İmar Yapı ve Yollar Kanunu"na dayanarak "belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmek için önce üzerindeki sağlam binayı "haraptır" diye yıktıklarının görüldüğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi" bildirilmiştir. (4d)

Bu belgelerden de görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında "illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının 'vakıf eserleri haraptır' diye aralarında bazı camilerin de bulunduğu bu eserleri çabucak yıktıkları" anlaşıldıktan sonra Atatürk ve Hükümet olaya el koyarak tarihi değeri olan bu eserlerin yıkımlarını önlemiştir. Belgelerden ayrıca, Hükümet'ten habersiz bazı yerel yöneticilerin taşrada bazı camileri "amaçları dışında kullandıkları" anlaşılmaktadır. Hükümet bu durumu fark eder etmez yerel yöneticilere gönderdiği genelgelerle "bu camilerin derhal boşaltılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan amaç dışında kullanılmamaması gerektiğini" bildirmiştir.

Yani Sayın Başbakan'ın, Tek Parti döneminde amaç dışı kullanılan camilerin fotoğraflarını göstererk, "İşte Tak Parti, İsmet İnönü camileri böyle yatakhane, depo, ahır yaptı" demesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıdaki beleglerde de açıkça görüldüğü gibi bu şekilde amaç dışı kullanılan bazı camiler, Hükümet'ten ve İnönü'den, hatta Atatürk'ten habersiz bir şekilde bazı işgüzar yerel yöneticiler tarafından bu hale getirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk ve İnönü'nün başbakanlığındaki Hükümet bu durumu öğrenir öğrenmez konuya müdahele etmiş; bu eserlerin bahanelerle yıkılmamasını, korunmasını ve amaç dışı kullanım için de mutlaka izin alınmasını şart koşmuştur.

İsmet İnönü Bazı Camileri Kapatıp Depo Yaptı, Kapısına Kilit Vurdu! Peki Ama Neden?

Cumhuriyet tarihi yalancıları ve onların yalanlarıyla beslenen “dinci partiler”, öteden beri CHP’ye ve İsmet İnönü’ye saldırmak için “Kafir İsmet İnönü camilere kilit vurdu. Etrafına asker dikti. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sokturmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere, ‘İçeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi?’ diye sordu!” biçiminde bir propagandayla, CHP ve İsmet İnönü’nün “cami düşmanı” olduğu yalanına neredeyse bütün Türkiye’yi inandırmışlardır.

Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’deki bazı camileri “depo” yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına “asker” dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır! Burada sorulması gereken ama asla sorulmayan soru şudur: Ama neden? İsmet İnönü'yü camileri kapatmakla suçlayanların amacı İnönü'yü "cami düşmanı" göstermek olduğu için bu "ama neden" sorusunu onlar asla sormaz, soramazlar. Çünkü İsmet İnönü’nün bu davranışının nedeni “cami düşmanlığı”, “din karşıtlığı” değil; tam tersine “dinine olan bağlılığı”, “tarihine olan saygısı”dır. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim! Şöyle ki: İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler”, bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, “Kutsal Emanetlerin” bulunduğu bu “cami depolar”, ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Çünkü İsmet İnönü, bu “Kutsal Emanetlerin” korunmasına çok büyük bir önem vermiştir.

Ayrıca İsmet İnünü, içinde kıymetli tarihi eserlerin saklandığı bu camilere çok iyi bakılmasını istemiştir. İsmet İnönü'nün isteği ile dönemin Hükümeti de bu konuda çok titiz davranmıştır. Örneğin, 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla, "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Sayı:6061 , Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)

Kıymetli tarihi eserler, Kurtuluş Savaşı yıllarında da yine bazı camilerde saklanmış, bu nedenle yine o camilerin kapısına kilit vurulup, kapısına nöbetçi dikilmiştir. Örneğin, 14 Haziran 1923 tarihli bir belgeye göre, "Kıymetli eşyanın olduğu camiyi bekleyen tabur ile kıta arasındaki haberleşmeyi sağlayan telefon hattının bozulduğundan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 16714, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 159.115..14..)

Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır”. Tufan Türenç, "Çirkin İftira ve Gerçek”, adlı yazısında, Cumhuriyet tarihi yalancılarının “bu çirkin iftirasının kaynağını”, yıllarca CHP’de görev yapmış, İnönü’nün yakınında bulunmuş, Necati Karakaya’nın anlattıklarıyla çürütmüştür.

Şimdi, Necati Karakaya’nın Tufan Türenç’e gönderdiği mektubu birlikte okuyalım:

“28 Şubat 2008, Büyük Millet Meclisi’nde CHP’li bir milletvekili konuşma yapıyor. Mehmet Ali Şahin Bakan koltuğundan bağırıyor. ‘Haydi, Haydi! Biz sizin nerelere kilit vurduğunuzu çok iyi biliriz.’ Bununla, ‘siz camilere kilit vurdunuz’ demek istiyor... 1950 yılından itibaren Anadolu’nun dolaştığım her köşesinde bu iftirayı duydum. Gerçek şudur. 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı. İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzil dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü. İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırkai Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerimi’ni, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi. Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti. Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar. Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi. İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: ‘Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın’ dedi.”

İşte o çirkin iftiranın gerçek yüzü böyle!…

Tufan Türenç’in dediği gibi; “Aradan 70 yıla yakın zaman geçmesine rağmen AKP hâlâ bu yalanı kullanıyor. Başbakan Erdoğan bununla da kalmıyor Kurtuluş Savaşı kahramanı, Cumhuriyet'in kurucusu, İkinci cumhurbaşkanı İsmet Paşa’yı Hitler’e benzetiyor. Ve açılan davada mahkeme Erdoğan’ı, ‘İnönü’nün böyle bir kişiye benzetilmesi, hatırasına saygısızlık teşkil ettiği gibi, milleti oluşturan bireylerin de kişilik haklarını ihlal edip incitmiştir’, gerekçesiyle mahkûm ediyor.”[5]

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir. İşte bu İsmet İnönü’nün savaş stratejilerinden biri de zorunlu hallerde “camileri asıl amaçları dışında kullanmak”tır.

Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi komutanı olan İsmet Paşa, Büyük Taarruz’dan önce I. ve II. Ordu ile bunlara bağlı karargâhların barınması için Akşehir ve Konya çevresindeki camiler, hanlar ve kervansarayları kullanmıştır. Özellikle, kışın bölgede askeri birliklerin barınması için büyük kışlalar ve misafirhaneler olmadığından bu yola başvurmuştur. İsmet İnönü, aynı yönteme II. Dünya Savaşı yıllarında da başvurmuştur.[6]

İşte İsmet İnönü’nün “bu yöntemi”, sonraki yılların “din istismarcıları” tarafından, İsmet İsmet İnönü’nün camileri kapattığı ve ahıra çevirdiği şeklinde halka yansıtılmıştır. Çok yazık doğrusu!...

Osmanlı da Camileri Otel Yapmıştı!

İsmet İnönü’ün, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasındaki “camilerin amaç dışı kullanılması” uygulaması, tarihimizde sadece İsmet İnönü’ye ait bir ilk uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20 yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştür.

Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında bazı camilerde bir süre göçmenler-mübadiller konaklamış, dolayısıyla bu camiler bir süre ibadete kapatılmıştır. Örneğin, 19 Mart 1924 tarihli "Kasabalardaki terkedilmiş evler, asker ve memurların ileri gelenlerince işgal edildiğinden mübadil olarak gelen muhacirlerin cami köşelerinde kaldıkları, söz konusu yerlerin muhacirlere verilmesi" şeklindeki bir belgeden, bazı camilerde muhacirlerin konakladığı anlaşılmaktadır. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 13517, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.1..17.)

Tarihimizde camiler ilk defa, 1877/78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması için İstanbul’daki büyük camiler ibadete kapatılmıştır. Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi camiler muhacirlerin barınmasına ayrılmış, bu camiler ve müştemilatı bir anlamda, muhacirlerin kaldığı “oteller”, “yatakhaneler” olarak kullanılmıştır.

Rubert Furneaux’un; “Tuna Nehri Akmam Diyor”, Charles Ryan’ın; “Plevne’de Bir Avustralyalı”, Mehmet Arif Bey’in; “Başımıza Gelenler”, Turhan Şahin’in; “Öncesi ve Sonrasıyla 93 Harbi” adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümlerle ilgili yürek burkan satırlar ve onların İstanbul’da camilerde barındırılmasıyla ilgili çalışmalar anlatılmıştır.

Böyle bir durum Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Balkan savaşlarını La Matin gazetesi muhabiri olarak izlemek amacıyla İstanbul’a gelen Stephane Lauzanne; “Hastanın Başucunda Kırk Gün” (Balkan Acıları), yine savaş muhabiri olan Georges Remond; “Mağluplarla Beraber” ve William M. Pickthall; “Harpte Türklerle Beraber” adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır.[7]

20 yüzyılda girilen ardı arkası gelmeyen savaşlar yüzünden Türkiye'de camiler yatakhane ve depo olarak kullanılmak zorunda kalmıştır. Prof İlber Ortaylı bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı... İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?" (7a)

İsmet İnönü’ye “camileri depo yaptı!” diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da “camileri otel-yatakhane yaptılar!” diye çıkışırlar mı? Ne dersiniz!

İŞTE MECLİS ZABITLARI: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen Camiler ve Türbeler

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu 1930’lu ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1940’lı yıllarda tek parti CHP, Türkiye’de pek çok tarihi camiyi ve türbeyi tamir ettirip koruyup kollamıştır.

1930’lu ve 1940’lı yılların Meclis Zabıt Cerideleri incelendiğinde birçok CHP’li milletvekilinin partilerinden-hükümetten, kötü durumdaki tarihi camilerin aslına uygun bir şekilde onarılmasını istedikleri görülmektedir. Dahası aynı milletvekillerinin, bu isteklerinin aksatılması veya gerektiği şekilde yerine getirilmemesi durumunda, yeri geldiğinde, ilgili genel müdürlüğü (Vakıflar Genel Müdürlüğü) ve hükümeti alabildiğince eleştirdikleri de görülmektedir. Çok daha önemlisi, dönemin tek parti hükümeti CHP, bu konudaki istekleri dikkate alarak, başta kötü durumdaki tarihi camiler olmak üzere Türkiye’deki birçok camiyi ve türbeyi tamir ettirmiş, camii ve türbe onarımları için özel tahsisatlar ayırmıştır. Vakıflar Genel Müdürleri, yeri geldiğinde Meclis konuşmalarında hükümetin onarttığı camileri, yapılan tamir işlemlerini, harcanan para miktarını tek tek açıklamışlardır.

İşte o Meclis Zabıt Ceridelerinden birkaç örnek:

27 Mayıs 1937’de, TBMM 4. Dönem, 46. Birleşimde söz alan Refik Şevket B. bazı camilerin tamirinden söz ederek, bu konuda Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bazı eleştirilerde bulunmuştur:

"Vakıf bütçesi söz konusu olduğu zaman, hiç bir zaman hatırımızdan geçmez ki bize ecdadımızın bıraktığı hayır kurumlarının imdadına koşan tek kurumdur. (…) Onun için bizim elimizde bulunan, gayet mazbut bir şekilde elimize verilmiş olan, ecdadımızın bir hayır ifadesi olan camilerin, çeşmelerin şu veya bu müesseselerin gözümüzün önünde nedensiz yıkılmasına meydan verecek kadar âciz bir nesil olmadığımızı ispat etmek bize düşer (Alkışlar). Onun içindir ki arkadaşlar, vakıf idarelerinin bilhassa kırtasiyecilikten doğan tahsisatsızlık yüzünden memleketimizin bir çok yerlerindeki 300, 400, 500 sene evvel kurulmuş ve hayırsever adamların bir nişanesi olan bu güzelim müesseseleri tamir ve ihya ve korumaya imkân bulunamamaktadır. Bırakanları rahmetle andığımız bu kurumlara daha çok gayret sarf ederek bakılmasını Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden özellikle ricayı vazife bilirim. Bizim görevimiz yıkmak değil, yapılanları tamir etmektir. Korumak göreviyle yükümlü olan bu nesil dünkü güzel eserler karşısında sessiz kalamaz. Vakıflar Genel Müdürlüğünden kendi hesabıma bir ricada bulundum, hüsnü telâkki ettiler. Meşhur Mimar Sinan’ın Manisa’daki Muradiye camimin tamiri için 1500 liralık tahsisat verdi ve tamir edildi. Fakat bu muazzam ve emsali artık yapılamayacak olan eserin maalesef 1500 liralık tamiratı, bilâkis onun büyük bünyesinde en ufak bir tesir bile meydana getirememiştir. Oradaki vatandaşlar ve onu gören her vatandaş bu müessesenin çatısını kurşunlarının açıldığını ve aktığını görmekle elbette ıstırap duyar. Türkiye B. M. Meclisi yürekten duyulan ıstırapların çaresine bakmakla mükellef olduğu için bizim namımıza görev yapan eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, millî bir duyguyla hayırsever bir imanın icap ettirdiği dikkatle hareket etmelidir..."

Vakıflar Genel Müdürü Rüştü B., Refik Şevket B’nin ince eleştirilerine şu yanıtı vermiştir:

"Refik Şevket Beyefendi kanun meselesinden sonra hayrata iyi bakılmaması konusunu söz konusu ettiler. Son zamanlarda bunu pek iyi yapamadığımızı itiraf ediyoruz. Fakat iki sene öncesiyle kıyaslanırsa bu konudaki çalışmalarımızın, vakıfların en parlak devri olan Meşrutiyeti takip eden devirde bile görülmediği anlaşılacaktır. 339’dan beri yalnız hayrata ait 4000 küsur ve akar olarak tamir ettiğimiz 900 ve yeni yaptığımız 400 bu kadardır. Bunlar hiç bir devirde böyle yapılmamıştır. (…) Manisa’daki camilerin tamiri meselesi: bunun önemlice bir tamir olduğu izaha muhtaç değildir. Kurşunlarını tamir için orada mütehassıs bulamadığımızdan İstanbul’dan bir adam göndermek gerekti. Geriye kalan tamirini bu sene yine yapmağa çalışacağız."

Görüldüğü gibi Vakıflar Genel Müdürü konuşmasında, son yıllarda aralarında Manisa’daki camilerin de olduğu yüzlerce tarihi eserin tamir edildiğini belirtmiştir.

Bu sırada Kocaeli Milletvekili Sırrı B., “Bildiğiniz gibi İstanbul’da, Tophanede iki sebil vardır. Onların şekli inşaları evvelce birer pırlanta gibi o havaliye süs vermekte idi. Fakat bir kaç seneden beri ihmal edildiği için yıkıldılar, birer harabe haline girdiler.” diye bir eleştiride bulununca, Vakıflar Genel Müdür Rüştü B., “Efendim, söz konusu ettiğiniz, Nusratiye camiinin sebilleridir. Kapının tarafeyninde sebilin parmaklıkları vardı. Gayet kıymettardı. Fakat çalındığı için kaldırıldı. Bu suretle sebil de yıkıldı. Bu sene bu konu incelendi. Gereken tahsisat ta verildi. Geçen gün gittim, gördüm, sebil yerine kondu." diye yanıt vermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 1, C.8, Birleşim 46, 4. Dönem, 12.5.1932, s.107-110)

TBMM’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1937 Bütçesi dolayısıyla söz alan Kütahya milletvekili Naşid Uluğ, hükümetin tamir edip onardığı camilerden şöyle söz etmiştir:

"Arkadaşlar; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sayın Başbakanımızın pek yakından gösterdiği alâka ile, son senelerde hakikaten çok faydalı işler gördü. Memleketin millî eserlerini teşkil eden çok kıymetli camilerimizi ve daha bazı abidelerimizi tamir etti. Bu faydalı hizmetlerden dolayı Vakıflar yönetiminin manevî şahsiyetine bu kürsüden teşekkür etmek isterim. Arkadaşlar; ellimizde iki milyon sekiz yüz küsur bin liralık bir vakıf bütçesi var. Daha bir çok muhtacı tamir camilerimiz, tarihî abideler bulunduğu halde, bu gibi eserlerin tamiri için buraya konan para, 159. 010 liradır. Geçen yıl Beyoğlu’nun ortasında bulunan Ağacamii hakikaten millî bir üslûpta yeniden tamir edilmiştir. Evkaf idaresinin gelecek bütçelerinde memleketin, Anadolu’nun Rumeli’nin her tarafında vaktiyle yapılmış olan yüzlerce ve yüzlerce camiyi tamir edecek, bahçelerini ve etrafı harap olmaktan kurtarıp çiçeklerle, parklarla donatacak bir hizmete hazırlanmasını temenni ediyorum."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 6, C.18, Birleşim 66, 5. Dönem, 27.5.1937, s.292)

Naşit Uluğ’un Meclis kürsünden belirttiğine göre hükümet, 1930’ların sonlarında “çok kıymetli camileri” tamir etmiştir. Örneğin, 1936 yılında Beyoğlu’ndaki Ağa Camii aslına uygun olarak tamir edilmiştir. Vakıflar bütçesinin artırılmasıyla ülkenin değişik yerlerinde tamir bekleyen çok sayıdaki cami de tamir edilebilecektir.

TBMM’de 1930’lardaki cami tartışmaları, 1940’larda da devem etmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1945’te, 7. Dönem, 17. Birleşimde konuşan Antalya Milletvekili H.Dağlıoğlu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bütçesiyle bazı camileri ve türbeleri tamir ettirdiğini anlatmıştır:

"Arkadaşlar, bu yıl Vakıflar İdaresi bütçesi geldiği zaman arzedeceğim. Vakıflar İdaresi bütçesine Millî abideler ve camilerin tamiri için beş yüz bin lira ödenek konmuştur. Yüksek Meclis bu parayı vermekte hakikaten cömert davranmıştır. Gönül istiyor ki, Millî Eğitim Bakanlığın’ın eski eserler ve müzeler kısmına da bu kadar bir para vermekten çekinmeyelim. Arkadaşlar, geçen sene Yüksek Meclis pek yerinde olarak bazı türbelerimizin tamirini, bilhassa bir işaret olarak, bir direktif olarak Millî Eğitim Bakanlığı’ndan istemişti. Yaptığım tahkikat ve aldığım izahata göre geçen sene Maliyeden verilen 30 bin liralık bir tahsisat ile 5 – 6 türbe tamir edilmiştir. Bunların arasında Gazi Osman Paşa’nın türbesi olduğu gibi II. nci Bayazit'in ve Selçuk Hatun'un türbeleri de vardır. Bilhassa Osman Paşa gibi bir milletin şanını ve şerefini bütün dünyaya kanıtlamış olan büyük bir adamın türbesinin bilhassa böyle bir zamanda tamir edilmesi hakikaten bizi sevindirecek mahiyettedir. Ben kendi hesabıma Millî Eğitim Bakanlığı’na bu bakımdan teşekkür ederim. Abidelerin tamiri için bir koordinasyon yapmak lâzımdır. Vakıflar İdaresi, Millî Emlâk ve Millî Eğitim Bakanlığı elele vermelidir. Bunların üçünün vazifeside bir olduğu halde bazen aralarında anlaşmazlıklar yüzünden ihtilâf çıkmaktadır. Halbuki dâva abidelerimizi korumak, onarmaktır. Onun için ne yapmak lâzım geliyorsa yapmalı, bu üç idare birleşmeli ve esaslı tedbirlerle karşımıza çıkılmalıdır. Arkadaşlar, bu eserlerin onarılmasıyla, hakikaten sistemli ve programlı şekilde tanzimiyle memleket turizmi de bundan çok istifade edecektir. Arkadaşlar; bildiğiniz gibi bu memleketten bir çok ‘tevaifi mülûk’ gelip geçti. Bunlardan birisi Hamidoğullarıdır. Bunların merkezi Eğridir'dir, Bunların Dündarbey medresesi vardır. Hakikaten fevkalâde bir eserdir. Bilhassa ecnebi seyyahlar mükemmel bir eser diye üzerinde durmuşlardır. Bunu da kurtaralım, hattâ oraya mahallî bir müze de yaparak bütün mezarları vesaireyi de içine koyarak teşhir ederlerse çok iyi olur. Bunu da bilhassa rica ediyorum...." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 2, C.20, Birleşim 17, 7. Dönem, 24.12.1945, s.315-317)

Antalya Milletvekili Dağlıoğlu’nun bu konuşması son derece önemlidir. Dağlıoğlu’nun verdiği bazı bilgiler cidden dikkat çekicidir. Örneğin, 1945 yılında camilerin ve eski eserlerin tamiri için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine 500.000 lira ödenek konmuştur. 1944 yılında TBMM, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bazı türbeleri onarmasını istemiştir. Maliye bu için 30.000 lira ödenek vermiştir. Bu para ile, aralarında Gazi Osman Paşa, Selçuk Hatun ve II. Beyazit’in türbelerinin de bulunduğu 5-6 türbe onarılmıştır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1940 yılı Bütçesi görüşülürken söz alan İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün cami tamir çalışmalarını şöyle eleştirmiştir:

"İstanbul'daki Kıymetli eserlerin tamiri konusunda Muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün göstermekte olduğu hassasiyet ve sarf ettiği gayret ne kadar şükranla karşılanmağa lâyik ise bu hassasiyet ve gayretin fîili sahaya intikalinde meydana gelen hatalar da o oranda teessürle karşılanacak bir mahiyet arz etmektedir. Bendeniz daha evvel Mahmutpaşa, Sinanpaşa, Lâleli ve Hüseyinağa camileri gibi bazı eski eserlerin tamiratı dolayısıyla yapılan hatalı işler hakkındaki mütalaa ve teessürlerimi kendilerine özel olarak söylediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Gerçi sonraları İstanbul’da pek o kadar belli başlı tamirat yapılmamış ise de yine az çok bazı şeyler meydana getirilmiş olduğundan bunlar hakkındaki görüş ve eleştirilerimi, hiç olmazsa bundan sonra yapılacak tamirat esnasında dikkate alınır ümidi ile gerekli görmekteyim. Önce şurasını belirmeliyim ki, o gibi nefis tarihi eserlerin restorasyon usul ve kaidesine uygun olarak tamir edilmesi gerekirken bu konuya kesinlikle önem verilmemektedir Bilginiz dahilindedir ki her bina asrına göre bir malzeme ile yapılmıştır. Buna dair bazı örnekler vereyim: Karagümrük’teki Atikalipaşa camiinin hariç kubbeler evvelce ref edilerek yapılmış olan son cemaat yeri tamirat esnasında kamilen kaldırılarak camiin methali açıkta bırakılmış ve yağmur sularının içeri girmesine uygun bir vaziyet ortaya çıkmıştır. Hırka-i Şerif’teki Mesih Alipaşa camiinin tamirinde ise büyük bir dikkatsizlik göze çarpmaktadır. Camiin haricî ve dahilî duvarları baştan başa raspa edilerek bina bembeyaz ve cascavlak bir hale getirilmiştir. Bundan başka alçı pencereler ve kadim renkli pencere camları değiştirilmiş ve acayip bir manzara hâsıl olmuştur. Sultan Ahmed camiinin yan kapılarının dehlizleri üzerinde bulunan çifte örtülü 12 kubbenin bilmem ne vakit üst kubbeleri imha edilmiş olduğu gibi son cemaat yerinin ve şadırvan avlusunun revakları içindeki kıymetli malakârî rozetler bozulup üzerleri düz sıva ile sıvanmıştır. Sırası gelmişken şurasını da arz edeyim ki, camiin mahfeli ahşaptır ve sitile de uygun değildir. Fakat yapıldığı zamanın mantalitesini ve bir devri ifade ettiğinden dolayı hususiyeti vardır. Orasını kaldıracaklarını işittim. Halbuki, bu binayı yıkmak değil tamir etmek lâzımdır. Köprü başındaki Yenicaminin durup dururken kapı methalinin raspa edilmesinin anlamını anlayamıyorum. Bundan başka caminin saçakları betonarme yapılmıştır ki, bu da restorasyon usulüne külliyen muhaliftir. Kadırgadaki Sokullu camii muazzam bir camidir. Medrese tekke, darülhadis ve cami hep bir aradadır. Mimar Sinan’ın şaheserlerindendir. Burada yapılan tamirat arasında kubbe kenarlarındaki istalaktitlerin yine eskisi gibi taştan yapılması gerekirken bunlar alçıdan yapılmıştır. Senelerin tesir ile tarihî bir nefaseti ihzar etmiş olan iç cidarlarının kefeki taşları zamanla bağladığı esmer renkle bozulmuş çinilerin ahengini teşkil ettiği halde bunlar baştan başa raspa yapılmakla bembeyaz meydana çıkmış ve eskilik ahengi ve rengi tarihisi bozulmuştur. Dahilinde bulunan sekiz parça 12.nci asra ait yaldızlı yazılar da bozulup bunlardan bir kısmı yeniden yazdırılmıştır. Binaenaleyh, yazıların eskiliği ve eserin kıdemi feda edilmiştir. Tekke binasının kurşunları sökülmüş başka yerlerde kullanılmış ve bu binanın bir kısmı kiremitle örtülmüş ve bir kısmı da açık ve yağmur sularının tahribine maruz bir halde bırakılmıştır. Azapkapısı’nda kıymeti tarihi özelliği olan cami haricen çimento sıva ile berbat bir hale konulmuştur. Şimdi evkafın tamir hususundaki hatalarından söz edeceğim. 

1 - Bir mahal tamir edilirken diğer vakıf binanın malzemesi sökülerek kullanılmaktadır. 

2 - Klâsik tipte olan alçı pencereler çimentodan yapılmakta veya tamir edilmekte ve bu suretle kıymet bozulmaktadır. Eski çerçevelerdeki camlar renk ve şeffaflık itibarı ile hususiyet taşımakta ve yeni yapılan çerçevelerde kullanılanlar ise malûm olan mavi, sarı, kırmızı, ve yeşil renklerdeki adi camlardan ibaret olup çok çirkin bir manzara teşkil ve eserin mimarî ve tarihî kıymetini bozacak bir vaziyet ihdas eylemektedir. Bu görüşümün isabeti Topkapı müzesinde ve Ayasofya türbelerindeki alçı çerçevelerle yeni yapılan Lâleli, Mesihpaşa ve Bayazıd camilerindeki çerçeveler mukayese edilirse derhal tezahür eder. Bu camiler bu çerçevelerle birer ucube halini almışlardır. 

3 — Eski eserlerin bir çoğu harap olup bunların çoğunun da sakafları açık ve çerçeveleri ve camları kırık olduğu halde gereken bu çeşit tamirat yapılmayarak raspa, boya ve yaldız gibi süs tamirat ile uğraşılmakta ve bu suretle lüzumsuz şeyler için ve bazen de ikinci ve belki de üçüncü derecedeki işler için bir çok masraflar yapılmaktadır ki bu da başarılı olmasa gerektir. Bu cümleden olmak üzere Süleymaniye camii kubbesini bir örnek olarak arz edebilirim: Bu cami kubbesinin sıvaları eski kalemkâri nakışlar meydana çıkarılacak diye bozulmasıdır. Halbuki o kalemkârî işler esasında bozuk olmamış olsaydı üzerine sıva vurulur mu idi? Bu kadar basit bir şeyin düşünülmemesi, boşuna masraf ile muazzam bir iskele kurulmasını ve binlerce amele çalıştırılmasını icap ettirmiştir. 

4 — Görünüşe uygun olarak yapılan bu işler ya proje ve keşif gibi esaslı noktalara dayandırılmamakta veyahut keşiflere önem veren bir kişinin tamamıyla arzusuna ve keyfine bağlı bırakılmaktadır. 

5 - Bazı mabetlerin işlerinde, sonradan yapılmış olan ve periyodik ifadeleri taşıyan mahfel, merdiven, maksure, dolap ve emsali parçalar gereksizdir diye sökülüp atılmakta ve bu suretle o mabet bütün bu hususiyetlerden mahrum bırakılmaktadır. Yapılan tamirat esnasında sona asrın icadı olan çimento, frenk kiremidi, Avrupakârî kilitler ve son sistem çerçeveler kullanılmaktadır. Bir devir sonra, bunların her hangi birini inceleyecek olan bir âlim, bir müdekkik bu yeni eserleri görünce hayret edecek ve eski ecdad ile yeni torunu karşılaştırmada bu devrimizi eleştirecektir. Bilginiz dahilindedir ki bu eski mabetlerin her biri tarihte nam bırakmış, büyük mimarlardan birinin eseri sanat ve maharetidir. Mimar Ayaş, Hayreddin, Acem Ali, Sinan, Kasım ve Memed Ağalar gibi sermimarı devlet unvanını almış olan bu önemli kişiler memleketin imarında pişüva olmuşlar ve hattâ vazifelerinde kusurları görülenler bu kusurlarını hayatları ile ödemişlerdir ve bu eserler için milyonlarla ölçülecek servet sarf olunmuştur. Bu gün bu eserleri göstererek medeniyette bizim de çok yüksek nasibimiz olduğunu çok haklı olarak iddia edebiliriz. Takdir buyurursunuz ki, bu kıymetli eserler Vakıfların malı, mülkü değildir. Vakıflar onların muhafızı ve bekçisidir. 3 odalı bir evi tamir ederken bir takım şartlara uyuyoruz. Binaenaleyh ecdadımızdan intikal eden ve millete mal olmuş olan bu kıymetli eserleri birer meşheri sanat ve maharettir. Binaenaleyh bunların tamirinde de o kadarcık olsun özen göstermek lâzımdır. Halbuki bu gün seçilen usulle bu eserler bozulmağa yüz tutmaktadır. Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve kadîm eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüsatta bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım. Temenni ederim ki, bu eserlerin tamirinde ayni hatalar yapılmasın ve yapılan işler restorasyon usul ve kaidelerine uygun olarak bu uğurda harcanan paralar heder edilmesin. Bendeniz bütün bu yanlışlıkların ve usulsüzlüklerin vukuunu yalnız mimar vasfını taşıyan kişilere ve müteahhitlere tamiratın verilmesinde görüyorum. Gerçi ortada bir danışma komisyonu vardır. Fakat bu komisyon her nedense fiili bir netice vermemektedir. Bu da görülen sakatlıklarla sabittir. Binaenaleyh buna ihtimal vermemekle beraber bu heyetin adeta görünüşü kurtarmak için teşkil edildiği zannı hâsıl olmaktadır. Gerçek amacı ise bittabi bu değildir. Hastalık meydandadır. Bu nasıl düzeltilebilir. Şimdi müsaadenizle kısaca buna da temas edeyim. Bu gibi eski nefis eserlerin fennî usul ve kaideye uygun tamirini temin için restoratörlerden, tarih müdekkiklerinden ve sanayii tezyini ustalarından oluşan kuvvetli bir heyet kurmak lâzımdır ve yapılacak bütün işlerin bunların kararı ile yapılması ve bilhassa, bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gördüğü teşvik ve himaye ile mütevazi şekilde çalışarak meydana getirdiklerini bizzat gidip gördüğüm, mesai semerelerini bu kürsüden yüksek bir şükran ile ve ciddî bir takdir ile arz etmeyi vicdan borcu bildiğim Topkapı müzesindeki abideleri koruma komisyonunun en evvel görüşünün alınması ve yani onlarla teşriki mesai edilmesi lâzımdır. Belki böyle bir komisyonun kurulması biraz masraf ihtiyarını icap ettirecektir. Fakat bu gereklidir. Yapılan masrafların heba edilmemesinden ise bu kadarcık masraf ile daha seçkin işlerin dürüst ve muntazam bir şekilde yürütülmesi çok yerinde olacaktır. 

Sözüme nihayet verirken beyanatımın başlangıcında da arz ettiğim şekilde muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün, eski ve nefis eserlerin tamiri hususunda şahsen gösterdikleri arzu ve gayret ve samimî yardım cidden şükranla karşılanmağa lâyıktır. (..) Gayet açık ve samimî olan bu beyanatımı iyi niyetle dikkate alacaklarından eminim." 

İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, 31 Mayıs 1940 tarihli Meclis oturumunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü, tarihi camilerin tamiri yapılırken aslına uygun olarak yapılmadığı gerekçesiyle böyle eleştirmiştir. Karamürsel’in eleştirileri, tek parti CHP’nin iyi-kötü birçok tarihi camiyi tamir ettirdiğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Karamürsel, “Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve eski eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüste bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım” diyerek Türkiye’nin değişik yerlerdeki camilerinin onarıldığını belirtmiştir. Karamürsel’in konuşmasında verdiği bilgilere göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Mahmut Paşa, Sinan Paşa, Laleli, Hüseyinağa, Beyazid, Atikalipaşa, Mesihalipaşa camileri, Yenicamii, Sokullu camii, Azapkapı camii gibi çok sayıda caminin tamir edildiği, onarıldığı anlaşılmaktadır. 

Daha sonra Tokat Milletvekili Nazım Poray söz alarak CHP'nin İstanbul’da tamir ettiği camilerden söz ederken eleştirilerini de şöyle dile getirmiştir:

"Evkaf idaresinden istediğim meseleler şunlardır: İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir. Geçen sene Kösemvalide’nin eseri olan Çinilicami, ki Üsküdar’ın adeta cevheridir, çok güzel bir surette tamir edilmiştir. Boğaza bakan Şemsipaşa camisi tamir edilmektedir. Bu bina Mimar Sinan’m en güzel eserlerinden birisi, adeta Boğazın incisidir. Maalesef İnhisarlar idaresi bunun ön tarafına depolar ve bürolar inşa etmiş ve bu güzel eserin perspektifini kapamıştır. Vakıflar şimdi bu camii tamir ediyor. Yalnız arkasında bir takım medreseler vardır. Malûmu âliniz bu medreseler bir özel kanunla özel idareye verilmiştir. Vakıf camileri tamir ediyor. Fakat medreseler eski hali harabe ve pislikte kalmaktadır. Acaba Vakıf idaresi için özel idarelerde anlaşarak böyle bir tamir yapıldığı zaman cami ve medreseleri beraber tamir etmeğe imkân yok mudur, bu imkân bulunamaz mı? Birinci sualim budur. İkinci olarak anlamak istediğim nokta, haber aldığımıza göre yine Üsküdar’da Üçüncü Sultan Mustafa’nın inşa ettirdiği Ayazma camii yakında tamir edilecekmiş. Bu cami tabi daha eski zamanlardan kalmış olduğu için çok kıymetli olmakla beraber biraz mimarisine ecnebi kokusu karışmıştır. Yani Türk mimarisindeki seciyeyi, sağlamlığı, vakarı korumuş bir bina değildir. Bu gibi binalara gelmektense, bu gün İstanbul’da daha eski ve çok harap olmuş camilerimiz vardır. Bunları tamirle işe başlamak daha doğru değil midir? Bence önemli olanı tercih etmek doğru olur. Meselâ Kasımpaşa’daki Piyale camimin çok harap olduğu söylenmektedir. Ben yakınlarda görmedim. Tamamen yapılmasının çok masraf gerektirdiğini takdir ederim. Acaba burasını kısmen olsun tamir etmek mümkün değil midir? Yine Üsküdar’da iskele başında Mihrimah camisi vardır. Bu cami de Sinan’ın eseridir ve gayet güzel, insana ferah verecek bir mabettir. Camiin yamadaki medrese, vaktiyle özel kanunla özel idareye terk edilmiş ve bu medrese çocuk bakım evi olarak kullanılmakta bulunmuştur. Bu medresenin tamiri esnasında, anlaşılan daha uygun bir yer bulamamış olacaklar ki, medresenin bir duvarını yıkarak kapı açmak suretiyle Mihrimah camimin harimine kömürlük yapmışlardır. Bunu hangi kötü eller, hangi mimar yapmıştır bilmiyorum. Mihrimah caminin hariminde, Sinan Paşa’nın kabrinin karşısına demirden yapılmış gayet adi, en kaba hisleri bile rencide edebilecek bir kömürlük. Şehremaneti ile Evkaf arasındaki anlaşmazlıkların çözümü bir hakem heyetine havale edilmişti. Bu davalar sırasında bu kömürlüğün de oradan kaldırılması Evkaf tarafından pek haklı olarak istenmişti, hakem heyeti de bu kömürlüğün kaldırılmasına karar vermişti. Bu karar verileli üç sene olduğu ve hüküm de kati olduğu halde bu gün halâ oradan geçenler kömürlüğü orada görmektedirler. Bunun kaldırılmasını rica ederim. Diğer sual: Rüstem Paşa camii hakkındadır. Bu cami Kanunî Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın camisidir ki, çinileri ile meşhurdur. Süleymaniye’nin altında, Haliç’in üstünde olan bu cami pis barakalar altında kalmıştır. Bu pislikler oradan kalkarsa bu eserler birbirini tamamlayan iki abide olacaktır. Rüstem Paşa camiinin çinilerinin dünyada emsali yoktur. Bu da Mimar Sinan’ın eseridir. Sinan denize yakın olması itibar ile camii bir bodrum üzerine yapmıştır. Altını kazmış ve biraz yükseltmiştir. Bu caminin altındaki bodrum Vakıflar tarafından kiraya verilmektedir. Burasını tutanlar bir şeker fabrikası haline getirmişlerdir. Bonbon, yemek için aldığınız ve içinden manasız ve hatta küçük yazılar çıkan şekerler orada yapılmaktadır, Bunların bir takım kızlar tarafından kâğıda sarıldığını gördüm. Günün birinde bir yangın vuku bulursa cami yanmazsa da çok hasara uğrayacaktır. Bu camiin avlusu da pek kötüdür. Yalnız bu değil, daha bir çok camilerin de avluları kötüdür. Bilhassa Rüstem paşa camisi berbat bir haldedir. Vakıflar buradan ne kadar kira alır bilmiyorum. Fakat bu bodrumun boşaltılması iyi olacaktır. Üsküdar’da Ahmediye camimde haftanın belirli bir gününde fukaraya çorba tevzi edilmektedir. Bunu pek yakında oradan bir gün geçerken kemali şükranla ve aynı zamanda da teessürle gördüm. Çünkü manzara hakikate insana teessür verecek mahiyette idi"

Tokat milletvekili Nazım Poray’ın bu eleştirileri ve önerileri de dikkat çekicidir. Öncelikle Poray da bu konuda konuşan diğer milletvekilleri gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tamir ettirdiği camilerden söz etmiştir. Poray, “İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir..” diyerek, İstanbul’da Çinili Camii ve Şemsi Paşa Cami’nin tamir ettirildiğini, Ayzama Cami’nin de tamir ettirileceğini belirtmiştir. Poray ayrıca Üsküdar’daki Mihrimah Camisi’nin harimine yapılan kömürlüğün, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün isteğine rağmen hala kaldırılmamasını eleştirerek bunun biran önce kaldırılmasını istemiştir. Rüstem Paşa Camii’nin altındaki bodrumun kiraya verilmesinin doğru olmadığını belirterek, o bodrumun da boşaltılmasını istemiştir.

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper bu “cami eleştirilerine” şu yanıtları vermiştir:

"Abidelerin tamirinde restorasyona uygun hareket edilmesi istendi; Bu zaten çalışmalarımızda öteden beri göz önünde bulundurduğumuz bir konudur.bunun içindir ki, biz teşkilâtımız haricinde memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz. Bu böyle olmakla beraber bilhassa saydıkları noksanlar hakkında benim de kulağıma gelen bazı konular oldu. Bunların içerisinde bu işler pek güç, her birinin ayrı ayrı uzmanlarının bulunması gereklidir. Belki hata edilmiş noktalar olabilir. Yalnız bir kaç tanesinde de yaptığımız incelemelerle söylenilen şeylerin pek de muvafık olmadığı neticelerine vardık. Meselâ Yeni Camiin raspa vaziyetinde. Bunu defalarca incelettik, raspa edilen yerler esasen taşların üzerini tekrar kazımak gibi değildir. Yapılan işte kireç ve saire bir kısmına evvelce sürülmüş, sürülen sıva bir şeyler olmuş, tabiî öbür tarafı böyle olmayınca sonradan görüldüğü zaman zannediliyor ki, üst tarafı da böyle idi.Halbuki bazı yerlere sıva sürmüşler, bazı yerlere sürmemişler. Bunlar yine görülebilir. ikincisi daha ziyade uzman heyetin arzusudur. Elbette daha iyi bir neticeye varılabilir. Abdileri koruma komisyonu hakkında tabi bir şey söylemek bendenize düşmez, onların da mesaisini takdir ederim. Esasen onların da bize karşı bazı talepleri olmuştur. Bir kısımlarını haklı olarak yaptırmışızdır, bir kısımlarını da inceletmişizdir. Merhum Halil B. bizzat gerek Azabkapı’daki cami hakkında, gerek bilhassa Kadırgadaki eserler hakkında dikkatimizi çekti. Biz bunları ayrı ayrı inceledik. Hepsinin yapılmasını arzu ederim. Bir de, camiler tamir olunurken medreselerin de tamiri ve bunların birlikte halinde bulunduğu, birisinin tamir edilirken diğerlerinin de tamirsiz kalmamasını söylediler. Bunun için Başvekâlet yüksek makamından istirhamda bulunduk. Vakıflar idaresinden, Maarif vekâletinden, İstanbul vilâyetinden ortak bir heyet teşkil edilerek İstanbul’u semt semt gezdiler. Süleymaniye Camisi’nin altındaki demirci dükkânları senelerden beri orada devam eden bir bozukluktur. Lâleli Cami’inin bir kapısında iki tane kömürcü dükkânı vardır. Sultanahmet’in yanı başında turşucu dükkânı vardır Rüstempaşa Camisi’nin altında belki de meyhane ve buna mümasil bir takım şeyler hemen hepsinde vardır. Kadırgadaki Şehit Mehmet Paşa Camisi’nde çerçeve şeklinde dükkânlar vardı ve pis pis, kirli kirli bezler asılı vaziyetler vardı. Bunları yavaş yavaş istimlâk ederek eski haline getirmeye çalışıyoruz. Fakat bunların hepsine birden yetişmeğe bu gün imkân yoktur. Zaten bu iş ufak, tefek bir iş değil, milyonlar gerektiren bir iştir. Düzgün bir programla yavaş yavaş üzerinde işlemek zarureti vardır.”

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper’in “camilerin tamiri” konusundaki bazı eleştirilere verdiği bu yanıtın satır aralarında çok önemli bazı gerçekler saklıdır. Şöyle ki: Öncelikle, Kiper, "Biz teşkilâtımız dışında memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz.” demiştir. Yani tarihi camilerin restorasyonu sırasında aslına uygun olmayan onarımların, eksik ve yanlışların sorumlusu bu uzman ekiptir. Vakıflar Genel Müdürü bile “Biz tamamen uzmanların önerilerine uyuyoruz” dediğine göre camilerin tamiri, onarımı sırasındaki hatalardan ve eksiklerden Atatürk’ü veya İsmet İnönü’yü sorumlu tutmak hiç de doğru ve gerekçi bir yaklaşım değildir.Kiper ayrıca, camilerle birlikte türbelerin de onarımının yapılması için uzman bir ekip görevlendirildiğini ve bu ekibin bütün İstanbul’u gezerek incelemelerde bulunduklarını belirtmiştir. Kiper, cami altlarındaki dükkanların da zaman içinde temizleneceğini ifade etmiştir.

Konya milletvekili Dr. Osman Şevki Uludağ, söz alarak Vakıflar Müdürü’ne hitaben; “Efendim bir sorumu cevapsız bıraktılar. Bendeniz dedim ki; bundan üç sene evvel Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii ile Edirne’deki Bayazıd Darüşşifası hakkında o zaman bunların geçici olarak tamirlerinden bahsetmiş ve önemle nazarı dikkate alacaklarını cevaben söylemişlerdi. Bunlar nazarı itibara alınması tarihi ne zaman gelecektir?. Bu hususta hiçbir ifadede bulunmadılar?”. diye sormuştur.

Bu soruya Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper şu yanıtı vermiştir:

“Efendim Beyşehrin’deki Eşrefoğlu camii ile Edirne’deki Darüşşifadan hakikaten üç sene evvel söz edilmişti. Ben bunların o vakit nazarı dikkate alınacağını belirtmiştim ve bunlara da bakılmıştır. Bu Eşrefoğlu Camisi hakikaten çok yüksek bir eserdir. Bu gün buna başlanacak olsa elimizdeki arkadaşlarımız kendilerinden başka ayrıca bunlara bakacak uzmanlara gerek olacağını söylemişlerdir. Bu çok paraya dayanan bir iştir. Tahsisatımız 100. 000 liradır. Bütün bunlar nazarı dikkate alınmamış değildir. Hepsini yapmağa kudret ve kifayetimiz yoktur. Bir soru da Amasya’daki Bayazıd Camisi hakkında idi. Bayazıd Camisi meselesine gelince; o da maatteessüf diğerleri gibi yıkılmıştır. Bu gün onun tamiri için 200. 000 liraya ihtiyaç vardır. Amasya’daki güzel eserlerden çoğu kalmamıştır ve halkın arzusu bunun yapılmasıdır. Başvekilime verdiğim raporda bu da vardır. Zamanın uygunluğu nispetinde gelir temini ile yapılma noktası vardır.Vaziyet budur."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 7, C.11, Birleşim 60, 6. Dönem, 31.5.1940, s.482 vd.)

Vakıflar Genel Müdürü bütün açık yürekliliğiyle Beyşehirde’ki Eşrefoğlu Camii, Edirne’deki darüşşifa, Amasya’daki Beyazid Camisi gibi çok sayıda caminin ve tarihi eserin yeterli ödenek olmaması yüzünden maalesef zamanında tamir edilemediğini ancak gelir temin edilir edilmez bunların da onarılacağını ifade etmiştir.

Cami, tamiri ve onarımı konusundaki eleştirilere İzmir milletvekili Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 31 Mayıs 1944’te, 7. Dönem, 65. Birleşimde şöyle yanıt vermiştir:

"Arkadaşlar ortada büyük bir hakikat vardır. O da memleketimizin bir abideler memleketi olmasıdır. Tarihin tanıdığı günden beri milletin üstünde, oturduğu yerlerde yaptığı eserler o kadar çok, o kadar büyük ve abideler o kadar zengindir ki, bunların ince bir hesaptan geçirilmeksizin hepsini ayakta tutmak istemek, korkarım ki, en büyük abide olan hayatta olanları fazla rencide eder. Bunları iyi bir yöntemle tasnif ve tespit ederek - ki Vakıflar Genel Müdürlüğü de bunun üzerindedir - bunların başta gelenlerini, kaça mal olursa olsun, ihya etmek veya ayakta tutmak için elden gelen gayretin azamisi yapılır, bunda ben de tamamen sizinle beraberim.Yine doğru olan bir hakikat vardır ki, o da bu, işe şimdiye kadar kâfi ehemmiyet vermemiş olmamızdır. Şimdiye kadar fakir bir bütçe ile, fakir bir teşekkülü bu işi başarmağa memur etmiş bulunuyoruz. Bu nispeten çok az para ile çalışan idare, elinden geleni yapmış ve kurulduğu günden beri büyük abide sayılan müesseselerden yüze yakınını ya ihya etmiş veya ayakta duracak hale getirmiştir. Eğer bu teknik itibariyle, para itibariyle biraz daha takviye edilecek olursa bunun verimi, biraz önce arz ettiğim sahaya intikal etmiş olacaktır. Arkadaşlarımla beraberim, verdikleri izahatı dinledim, Vakıflar Müdürü ile de konuştum, ümit ediyorum ki, gelecek sene daha az kusurlu olarak huzurunuza çıkmış bulunacağız (Alkışlar)." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 8, C.10, Birleşim 65, 7. Dönem, 31.5.1944, s.434,435 vd.)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:30:48
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Başbakan Saraçoğlu’nun sözlerini özetlersek:

Ülkemiz, abideler ülkesidir. Ülkemizde o kadar çok abide vardır ki, hesapsız bir şekilde bunların tamamını ayakta tutmak imkansızdır. Bu nedenle bunları iyi bir yöntemle belirlemek gerekir. Bu işe şimdiye kadar gerekli önemi veremedik. Bunun temel nedeni bütçemizin fakirliğidir. Buna rağmen çok az bir para ile de olsa hükümet elinden geleni yapmış ve büyük abidelerden 100’e yakınını onarmıştır. Eğer biraz daha paramız olursa daha çok abide tamir edilip, onarılacaktır.

Görüldüğü gibi tek parti CHP, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda çok sayıda tarihi camiyi, mümkün olduğunca, aslına uygun olarak tamir ettirmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, uzmanlardan kurulu heyetler oluşturarak, cami restorasyonlarını o heyetlere denetletmiştir. İstanbul dışında Amasya gibi Anadolu kentlerinde de çok sayıda tarihi cami onarılmış, tamir edilmiş ve yıkılmaktan kurtarılmıştır. Bu onarımlar, zaman zaman aslına uygun olarak yapılmasa da, bazı tarihi camiler ödenek yetersizliği nedeniyle onarılamasa ve yıkılsa da, bu konuda CHP’li milletvekillerin, ilgili müdürlüğün ve başbakanların “art niyetli” olduklarını söylemek olanaksızdır.

O dönemin ulaşım ve haberleşme koşulları da dikkate alındığında, Türkiye’nin her hangi bir yerindeki her hangi bir caminin onarılması, tamir edilmesi veya camilerin başka amaçlarla kullanılması, yıkılması gibi ayrıntılardan hükümetin başındakilerin (Atatürk’ün ve İnönü’nün) bazen çok geç haberleri olmuştur. Nitekim -yukarıda belgesini sunmuştum- İsmet İnönü birkaç kere yayınladığı genelgelerle, Anadolu’nun değişik yerlerindeki yerel yöneticilerden, tarihi camilerin başka amaçlarla kullanıldığının veya yıkıldığının haber alındığını, bu gibi durumlara biran önce son verilmesini istemiştir. Buna rağmen o dönemde yıkılan ve amaç dışı kullanılan camilerin baş sorumlusu olarak doğrudan Atatürk ve İnönü’nü görülmeye başlanmıştır. Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır.

Tek parti CHP’nin camileri tamir ettirdiğini, onarttırdığını, bu konu için özel bütçeler ayırdığını Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler de kanıtlamaktadır.

İŞTE CUMHURİYET ARŞİVİ: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen ve Yaptırılan Camiler

Genç Cumhuriyet, asla “cami düşmanlığı”, yapmamıştır. Tam tersine Atatürk döneminde Cumhuriyet hükümetleri, gerektiğinde cami inşa ettirmiş, camilerin bakım ve tamirini yaptırmış, hatta kullanılmayan bazı kiliseleri camiye dönüştürmüştür. 

İşte Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgelerle Atatürk ve İnönü dönemlerinde tek parti CHP'nin yaptırdığı, onarttığı camilerden bazıları:

1922 yılında Bakanlar Kurulu’nun ilk toplantısında konuşan Atatürk, Yunan çekilişi sırasında birkaç bin caminin yakılıp yıkıldığını belirtmiş ve “Bu camileri yenilemek görevimizdir. Bu hizmeti nutuk atmadan, gösterişe kaçmadan, siyasete alet etmeden yerine getirelim.” demiştir.[8] Nitekim, 26 Aralık 1922 tarihli bir belgeye göre, "Düşmandan kurtarılan yörelerdeki cami, hayrat ve vakıflarda meydana gelen zararın tesbiti için kurulan komisyonun hazırladığı raporun ilgililere sunulduğu" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 6061, Dosya: 13712, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.4..12.)

Atatürk 1 Mart 1923'te yaptığı Meclis konuşmasında, "Efendiler!Geçen yıl içinde Vakıf Bakanlığı, dini yapılar ve hayır kurumlarının onarım ve inşaatında oldukça önemli bir çalışma yapmıştır. Yapılan onarım içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde olmak üzere 126 cami ve mescit ile 31 medrese ve okul, 22 su yolu ve çeşme, 175 gelir getiren yer ile 26 hamam bulunmaktadır" diyerek, 126 cami ve mescitin onarılıp inşa edildiğini belirtmiştir. ("Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin I.Dönem, 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları”, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 28, 1 Mart 1923, s. 2 )

Bu doğrultuda onarım ve inşa kararı çıkan camilerden bazıları şunlardır:

- 26 Mart 1923'te Hamidiye Camii'nin tamir ve tefrişatının umum evkaf malından yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 2.12..6..)

-12 Şubat 1924 tarihli bir belgeye göre, "Turgutlu'da tamiratı devam eden Pazar Camii için 1500 Türk Lirası gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 13.109..4.)

- 25 Temmuz 1925 tarihli bir belgede "Bitlis Camiinin tefrişi için 3000 liranın gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:14005, Dosya: 22911, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.313..11.)

- 7 Aralık 1925'te Niğde’nin Fertek Köyü’ndeki bir kilisenin camiye çevrilmesine karar verilmiştir.

- 28 Eylül 1930 tarihli bir belgeye göre, "Fırtınadan hasara uğrayan camilerin tamiri için Edirne Vakıflar Müdürlüğü'ne 11 000 lira tahsisat gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:790, Dosya: 22939, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.314..20.)

-9 Aralık 1931 tarihli bir kararla, "İstanbul Eyüp Camii kurşun ve sıva tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 11987, Dosya: 229-59, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 24.77..9..)

- 1 Mayıs 1932 tarihli bir kararla, "İstanbul Edirnekapı'daki Neslişah Camii'nin emanet usulüyle tamir ettirilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 12791, Dosya: 229-63, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 28.36..8.)

- 17 Eylül 1933 tarihli bir kararla, "Babaeski'deki Cedit Ali Paşa Camii ile Manisa'daki Muradiye Camiinin tamiri" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14960, Dosya: 229-68, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 39.64..19.)

- 18 Mart 1933'de "Edirne’deki üç şerefeli camiinin sıva tamirinin yapılması" istenmiştir.[9]

- 26 Mayıs 1937 tarihinde "Ankara'daki tarihi eser niteliğindeki camilerin tespit edilerek tamirlerine başlanıldığı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25919, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..3.)

- 27 Ekim 1937 tarihli bir kararla, "Kiğı'da tamiri mümkün olmayan Bültenbey Camii'nin yerine Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yeni bir cami yaptırılacağı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 5016, Dosya: 22966, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.316..10.)

- 13 Ağustos 1937 tarihinde tamir ettirilen camilerin tekniğe uygun yapılıp yapılmadığının tespiti için kurulan komisyon ve bu komisyonun vermiş olduğu rapordan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25922, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..6.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Üsküdar'daki Şemsi Paşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92582, Dosya: 229-113, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..17.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Havsa'daki Sokullu Mehmetpaşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92492, Dosya: 229-156, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..8.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Kadırga'daki Sokullu Camii'nin tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir.(BCA, Sayı: 92352, Dosya: 229-155, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.64..14.)

- 16 Mayıs 1938 tarihli bir kararla "İstanbul'daki Haseki, Mahmutpaşa ve Mihrimah camileriyle etrafındaki binaların ne şekilde tamir edileceklerine dair üç adet rapor hazırlanması" istenmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25922,Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 213.447..6.)

- 6 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Malatya'daki Hacı Ömer Camii tadilat ve inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesine izin verilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 105102, Dosya: 229-158, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.19..4.)

- 25 Mart 1939 tarihli bir kararla "Konya'daki İplikçi Camii restorasyon işi için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106382, Dosya: 229-159, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.25..12.)

- 30 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Kars'ın Sarıkamış İlçesi'nde yaptırılacak cami inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106692, Dosya: 229-160, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.27..3.)

- 9 Mart 1940 tarihli bir kararla,"İstanbul'daki Şemsipaşa ve Azatkapı Camilerinin onarımının devamı için 5000'er lira daha sarfına" izin verilmiştir. (BCA, Sayı: 130012, Dosya, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 90.22..3.)

- 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)

Atatürk'ün Yaptırdığı Camiler

Atatürk'ü, "din düşmanı" diye adlandıran "utanmazların", "Atatürk'ün camileri kapattırdığı" yalanını yerle bir eden çok önemli bazı belgeler var elimizde... Bu belgeler, Atatürk'ün bırakın camileri kapattırdığını, tam tersine cami yaptırdığını kanıtlamaktadır.

Atatürk, Erzurum Kongresi`nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Metin aracılığıyla 5 bin lira gönderip, Yunanlılar`ın işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.

Atatürk`ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık`tadır ve `Aşağı Camii` veya "Mihalıççık Atatürk Camii" diye adlandırılmaktadır.

Ali Çavuş (Metin), Atatürk’ün en yakınlarındandır. Ailesi aslen Malatyalı’dır. 1877-78 yıllarındaki Osmanlı-Rus savaşı sırasında, aile Eskişehir’e göçmüş, eski ismiyle Mihalıççık “Çukurviran” köyüne yerleşmiştir. Bilahere babası Hacı İsmail, aileyi Mihalıççık’a getirmiştir. Babasından dolayı da “Hacıların Ali” diye anılmıştır.

Ali Metin Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nın en hızlı olduğu dönemde 1915 yılında, daha 18 yaşındayken askere alınmıştır. O zamana göre iyi bir eğitimi vardır. Bunun için de Sivas’ta askerken “Küçük Zabit Mektebi”ne alınmış. Burada Enver Paşa’nın dikkatini çekmiş, onun karargahında hizmet vermiştir. Savaştan yenilgiyle çıkmamız üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüş, Kazım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu 15. Kolordu’da askerliğine devam etmiştir.Orada da kendisini göstermiş. Atatürk’ün Erzurum’a gelmesi üzerine Karabekir Paşa, Ali Metin’i, 3 Temmuz 1919 günü Atatürk’ün hizmetine “Emir çavuşu” olarak vermiş, Atatürk’ü ölümüne kadar, özellikle Kurtuluş Savaşı süresince yakınlığı devam etmiştir. Atatürk’ün yemeklerini Ali Çavuş yapmıştır.

Halk dilinde “Aşağı Cami”, asıl ismiyle “Cami-i Kebir” 1302(1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. O tarihlerde Mihalıççık, Sivrihisar’a bağlı bir kasabadır. Mihalıççık da Yunan işgaline uğramıştır.Cami, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun süre tamir edilememiştir. Ta ki, Atatürk yeniden yapımı için 5 bin lira gönderinceye kadar.

Özetle, Ali Metin’in vesile olmasıyla Atatürk, 5000 lira vererek Mihalıccık Camii'nin yeniden yapılmasını sağlamıştır.[16] 

- Atatürk’ün çizdiği, “İdeal Cumhuriyet Köyü’nün” tam merkezinde bir de camiye yer verilmiştir. Atatürk, çizdiği projede 22 numarayla gösterdiği camiyi, köy hamamı ve etüv makinesinin hemen yanına yerleştirmiştir.(10 )

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

- Atatürk, çıkan büyük bir kasırgada hasar gören Edirne Selimiye Camii’nin onarılması için ödenek göndermiştir.[11]

- Atatürk, sadece Türkiye’deki değil yurt dışındaki camilerle de ilgilenmiştir. 1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır. Paris Camii’nde büyük emekleri olan Bencheikh El Hocine Abbas “Mustafa Kemal Atatürk’ün de Paris Camii’nde izleri bulunduğunu” ifade etmiştir. Şeyh Hamza Ebubekir’in, Bencheikh El Hocine Abbas’a anlattıklarına göre: Mustafa Kemal Atatürk, Abdülhamid’in ölümünden sonra 1938 yılına kadar her yıl Paris Camii’ne “bizim de çorbada tuzumuz bulunsun” diyerek, bir miktar para göndermiştir.[13] Caminin şeref defterine göre de II. Abdülhamit ve Atatürk’ün caminin yapımına katkıları olmuştur.[14] Batı’da Paris Camii’ne yardım eden Atatürk, Doğu’da ise Tokyo Camii’nin yapımına katkıda bulunmuştur. 1931 yılında Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eden Japon Elçisi Torijori Yamada, Atatürk ile yaptığı görüşmede Türklerin Tokyo camiinin yapımına katkıda bulunmasını istemiştir. Yamada’nın bu isteğini geri çevirmeyen Atatürk, iddiaya göre Tokyo Camii’nin yapımına da katkıda bulunmuştur.[15] Bu nedenle olsa gerek ki, Tokyo Caimii'nin 1938'deki açılış töreni sırasında camiye Japon bayrağı ile birlikte bir de Türk bayrağı asılmıştır. (15a)

Atatürk Edirne Selimiye Camii’nde

7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Paşa Camii’nde öğle namazı kılan ve bir hutbe veren Atatürk, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında öğle ve Cuma namazlarını, Anadolu’nun değişik şehirlerindeki (Havza, Amasya, Ankara, Balıkesir gibi) değişik camilerde kılmıştır. Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra da yurt gezilerinde özellikle tarihi camileri ziyaret etmeye büyük özen göstermiştir. Örneğin Atatürk, Edirne ziyaretinde Edirne Selimiye Camii’ne gitmiştir.

Atatürk Edirne'de Selimiye Camii ve Külliyesini gezerken. (25 Aralık 1930)

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:

Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:

“Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.[17]

Atatürk’ün Cami Araştırmaları

Atatürk, ayrıca belki de Türk siyasetçileri arasında ilk ve tek “cami araştırması” yapan liderdir. İslam tarihinde ilk camilerin nasıl ortaya çıktığını merak eden Atatürk, Leon Caetani’nin “İslam Tarihi” adlı eserinin 3. cildinde “Caminin Kökeni”, “Medine’de Caminin Kurulması” başlıkları altındaki satırlarla ilgilenmiş, önemli bulduğu satırların altınız çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı notlar almıştır.[18]

Bugün Camiler Açıksa ve Ezan Sesleri Hala Yankılanıyorsa…

Her şeyden önemlisi, “Cami düşmanı” olmakla suçlanan Atatürk ve İsmet İnönü gibi silah arkadaşları olmasaydı, bu vatanseverlerin “kelle koltukta” verdikleri o “kutsal mücadele” olmasaydı, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan çoluk çocuk demeden korkunç bir katliama başlayan Yunanlılar, camileri yakıp yıkacak, ezanları susturacak ve işte o zaman camiler; ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılacak, hatta Ayasofya’ya çan takılacaktı. Nitekim İzmir’in işgal edildiği günlerde, Yunanlılar camilere saldırmış, camileri yakıp, minareleri yıkmış, Yunanlılardan cesaret alan Rumlar da camilerdeki halı ve kilimleri çalmışlardır. Örneğin, o günlerdeki bir gazete haberine göre, “Şehrin camilerinin de Rumlar tarafından basıldığı ve birçok kıymetli halı ve kilimin kaçırıldığı da tespit edilmiştir. Bu arada Hisar ve Bölükbaşı camilerinde bir tek halı ve kilimin kalmadığı görülmüştür.”

Yunanlılar tarafından yakılan Orhangazi kasabası cami-i şerifi. (Orhangazi kasabası tahminen 1000 haneli olup yunanlılar tarafından bilcümle emakini diniyye ve resmiyesiyle kamilen ihrak ve ahalinin kısmi azami katil ve imha ve eşya ve nakitleri gasb ve yağmalanmıştır.) [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Yunanlılar tarafından yakılan Nasrettin Paşa Camii
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Bugün bu ülkenin camileri açıksa ve bugün bu ülkenin semalarından hala ezan sesleri yükseliyorsa bunu “cami düşmanı” ilan ederek saldırdığınız o Atatürk’e, o İsmet İnönü’ye, o cumhuriyeti kuran iradeye borçlusunuz beyler.

Atatürk Adlı Camiler

Bugün Türkiye'deki 83.000 camiden sadece 6'sının adı “Atatürk Camisi”dir. Benim tespit edebildiklerim şunlardır:

1- Bitlis, ATATÜRK CAMİ-İ ŞERİFİ,
2- Mardin-Kızıltepe ATATÜRK Camii,
3- Eskişehir-Mihallıçcık ATATÜRK Camii,
4- İstanbul-Kartal Soğanlık ATATÜRK Camii,
5- İzmir-Karşıyaka MUSTAFA KEMAL PAŞA Camii,
6- İstanbul-Büyükçekmece Beykent ATATÜRK Camii

Bırakın Atatürk adını taşıyan camileri, bugün Türkiye'de "Atatürk rozetine" bile tahammül edemeyen sözde “imamlar” vardır: Örneğin, 27 Kasım 2010 tarihli Hürriyet'in haberine göre: "Trabzon'un Beşikdüzü İlçesi Merkez Camii İmamı Sezai Yaşar, yakasında Atatürk rozeti ile gelen 80 yaşındaki Ömer Atalar'a, “Bunu takıp camiye gelmeyin, günah işliyorsunuz” demiştir.[20]

Menderes’in Yıktırdığı Camiler ve Mescitler

AKP'nin "cami söyleminin" Mehmet Şevket Eygi'den etkilendiği açık. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer, Mehmet Şevket Eygi'nin yazıp söylediklerini bile işlerine geldiği şekilde kullanmışlardır. Şöye ki, Eygi "Cami Kıyımı" adlı kitabında, "Cami kıyımı 1950-60 arasında da devam ederek yol açma bahanesiyle nice tarihi caminin temellerine kadar yıkılmasına sebep oldu" diyerek 1950-1960 arasında DP ve Menderes döneminde yıkılan ve satılan camilerden de söz etmiştir. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer "cami söylemlerinde" hiç bir zaman bu durumdan söz etme gereği duymamışlardır.

Bu nedenle ben de DP lideri Menderes’in sattırdığı ve yıktırdığı camilerden söz edeyim. Kim bilir belki Sayın Başbakanımız gelecek grup toplantısında da DP’nin ve Menderes’in yıktırdığı camilerden söz eder!

Araştırmalarım sonunda Menderes zamanında sadece İstanbul'da 54 tane caminin yol açma ve değişik imar faaliyetleri sebebiyle yıkıldığını öğrendim. DP döneminde İstanbul Tophane, Karaköy, Fatih, Eminönü, Beşiktaş'da tam anlamıyla bir tarihi cami katliamı yaşanmış.

DP ve Menderes döneminde İstanbul'daki tarihi cami ve mescit katliamı İstanbul'un imarı için getirilen Fransız Mimar Henry Prost eliyle gerçekleştirilmiştir. Zeki Bağlan Hoca, 2010 yılındaki bir konferansında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: 

"İlk darbeyi Saraçhane-Unkapanı arasında vurur. Çandarlı ibrahim Paşa Hamamı, Altuncuzade Tekkesi ve Süleyman Halife Mektebi bir yana Hoca Teberrük Mescidi sanat değeri çok yüksek bir binadır. Revani Mescidi hiç gereği yokken yıkılır. Divan Edebiyatının ünlü isimlerinden Revani Çelebi'nin mezar taşı dahi kırılır. Bir Bayezid devri eseri olan Firuzağa Mescidi yola tesadüf etmez. Buna rağmen bileti kesilir, ortadan kaldırılır.

Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.

Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."(20a)

Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir." (20b) 

İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.

1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.

Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.[21]

Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:

İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:

“Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:

"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.”

“Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".[22]

İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:

-1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.

-Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.

-Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.

-Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.

-Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır. (20c)

Menderes döneminde yıkılan camilerden biri
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Adana'da cadde genişletmek bahanesiyle 1950'lerde yıkılan Cafer Paşa Camii
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1956'da yıkılan Oruç Gazi Camisi
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1958'de bazı bölümleri yıkılıp yeniden yapılan Nusretiye Camii 
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] ... tarsi.jpg/

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (yakından görünüm)
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Karaköy'de kıyıda, Galata Köprüsü’ne bakan Ziraat Bankası’nın (bir zamanlar Avusturya Bankası) hemen arkasında yer alan, fotoğraftaki bu küçücük şirin ve zarif cami, 1958’de DP döneminde Menderes tarafından meydan genişletmesi bahanesiyle yıkıldı. Oysa ki uzmanlara göre, eğer amaç, gerçekten de meydan veya yol genişletmesi ise camiin yıkılmasına gerek yoktu. Nitekim bu cami ile aynı hizada bulunan Ziraat Bankası'na dokunulmadan yol genişletilmiştir.[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Menderes döneminde Bayrampaşa'ya Stadyum Yapılması için Yıktırılan Tarihi İstanbul Surları
[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz." (22a) 

Bu noktada insanın aklına birkaç soru geliyor:

1. İsmet İnönü keyfi nedenlerle camileri kapatmadığı halde “İsmet Paşa camileri kapattı!” diye birileri yıllardır milleti kandırırken; Adnan Menderes, bazı tarihi camileri ve mescitleri yıktırdığı halde neden hiç kimse “Menderes camileri ve mescitleri yıktırdı!” diye çıt bile çıkarmamıştır.

2. Menderes döneminde Türkiye’nin dört bir yanındaki tarihi kiliseler, cemaati olmadığı halde, törenlerle ibadete açılırken, neden hiç kimse “Menderes Türkiye’de Hıristiyanlığın yayılmasını sağladı!” diye bağırıp çağırmamıştır.[23]

3. Çok daha önemlisi AKP döneminde 2010 yılında satışa çıkarılan İzmir Foça’daki Kozbeyli köyü camiinden neden hiç söz eden yoktur?[24]

4. “Tek parti CHP camileri kapattı” diye sızlananlar neden hiçbir zaman “Tek parti döneminde açılan Halkevleri ve Köy Enstitülerini DP kapattı. Böylece Türk aydınlanması büyük bir darbe yedi.” demez? 1951’de DP ve Menderes, Türkiye’nin dört bir yanındaki 478 Halkevi merkezini, 5000 Halkevi şubesini ve 4000 Halkodasını kapatmıştır. 1954’te de o güne kadar 25.000 öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerini kapatmıştır.[25]

Sonuç olarak diyeceğim şu ki: Tarih üzerinde işinize geldiği gibi tepinemezsiniz beyler... Cumhuriyet tarihi yalanlarına cevap vermeye devam edeceğim…

Not: Bu konunun ayrıntılarını CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP adlı kitabımdan öğrenebilirsiniz.

Sinan MEYDAN - 25 Nisan 2012

Kaynaklar-Dipnotlar 

[1] Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ankara, 1972, s.65,66.

[2] Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 655.

[3] Jaeschke, age, s.64, 65.

[4] Vakit gazetesi, 30 Kanunu Evvel 1928.

(4a) Remzi Oğuz Arık, Halkevlerinde Müze Tarih ve Folklor Çalışmaları Klavuzu, Ankara, 1947, s.49; Halit Çal, Türkiye'de Cumhuryet Deveri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri, s.372. [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] ... /14313.pdf, (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)

(4b) Arık, age, s. 55; Çal, agm, s. 372.

(4c) Feridun Akozan, Türkiye'de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunlar, İstanbul, 1977, s. 38.Çal, agm, s. 372. (14 Nisan 1936'da doğrudan Başbakan İsmet İnönü, "Diyarbakır'daki Hüsreviye ve Behramiye camilerinin derhal boşaltılması ve bundan sonra camilerin ve eski eserlerin asıl görevinin dışında başka amaçla kullanılmamasına dair" bir tamim yayınlamıştır. (BCA, Dosya: 1354, Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 15.84..4.)

(4d) Akozan, age, s. 38; Çal, agm, s. 372.

[5] Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet gazetesi, 11 Ocak 2011.

[6] Ramazan Balkan, “İsmet Paşa’nın Yıktırdığı Camiler”, Kocatepe gazetesi,

[7] Balkan, agm.

(7a) İlber Ortaylı, "Cami Olmaktan Çıkan Camiler", Milliyet gazetesi Pazar, 29 Nisan 2012.

[8] Turgut Özakman, Cumhuriyet, II. Kitap, Ankara, 2011, s.15

[9] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden nakleden Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.656.

[10] A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, (İlk baskı 1937) Ankara, 1972, ek 7.

[11] Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2006, s.390.

[13] Üzeyir Lokman Çaycı’nın Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine’le yaptığı röportajdan; Üzeyir Lokman Çaycı, “Paris Camisinde Atatürk’ten Işıklar ve İzler Var”, Aktüel dergisi, 26 Eylül 2009.

[14] İsmail Yakıt, “Birikimli ve Bulunmaz Bir Dost Prof. Dr. Hüseyin Ayan Hoca”,AÜ, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.39, Erzurum, 2009. s.1.

[15] Hakan Yılmaz, “Yamamada Torijori: Abdülhamit’ten Türkçe Öğrendi Atatürk’e Japonca Öğretti”, Zaman gazetesi, 6 Mayıs 2006; Torijori Yamada'nın Türkiye anılarını anlattığı kitaplarından biri “Toruko Gakan” (Türkiye'ye Resimli Bir Bakış) adını taşımaktadır. Yamada'nın isteğiyle Atatürk'ün Tokyo Camii'nin yapımına katkıda bulunduğunu anlatan belgesel bir roman için bkz. Erdal Güven, Yumi-İstanbul'da Bir Geyşa, "Japon Kara Ejder Teşkilatı'ndan Kuvayı Milliye'ye", İstanbul, 2010.

(15a) Ahmet Uzunoğlu, Tokyo Camii, Ankara, 2003, s.12 (Fotoğrafta japon ve Türk bayrakları açıkça görülmektedir.)

[16] Ali Metin Çavuş’tan nakleden Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, İstanbul, 2005, s.156.

[17] Kasapoğlu, age, s.390, Meydan, age, s.656,657.

[18] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.657 vd.

[19] İbrahim Ural, Bu da Bilmediklerimiz, İstanbul, 2009, s.24, 25.

[20] Hürriyet gazetesi, 27 Kasım 2010.

(20a) Zeynep Şahiner, "Menderes Camileri Tekkeleri Neden Yıktırdı", HABERKÜLTÜR.NET. 5 Ocak 2010.

(20b) Ortaylı, agm.

(20c) Barış Ertem-Mustafa Cevdet Altunel, "İstanbul İmarındaki Tarihi Eser Kaybının Tarih ve Turizm Açısından İncelenmesi: Karaköy-Kabataş Bölgesi", Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.2, S.4, Aralık 2011, s.69-72;Behçet Ünsal, “İstanbul’un İmarı ve Eski Eser Kaybı”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri Dergisi,Cilt 2, s.46-49; Müge Ceyhan, İstanbul'da Tarihi Çevre Koruma ve Basın, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s.41-42.

[21] “Meğer Menderes Camileri Yıktırmış” Odatv.com, 30 Mart 2011.

[22] “Sanat Alemi”nden naklen, “Satılan Cami ve Mescitler Ne Oldu?”, Haber 7.com, 19 Şubat, 2008.

(22a) Metin Engin, Cumhuriyet gazetesinden naklen Ceyhan, age, s.37.

[23] Menderes döneminde açtırılan kiliseler için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, s. 612 vd. “Menderes’in Açtırdığı Kilise ve Diyalogculuk"

[24] “AKP’den Satılık Cami”, Yeniçağ gazetesi, 08.11.2010.

[25] Sinan Meydan, Akl-ı Kemal “Atatürk’ün Akıllı Projeleri” 2.cilt, İstanbul, 2012, s.101,104.
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:31:00
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk Camiyi Ahır Yaptı Yalanı

Başbakan açıkladı: “Camiyi ahır yaptılar.”

Nerede? İzmir Seferihisar’da.
Ne zaman? 1936’da.
Atatürk zamanında mı? Atatürk zamanında.
Kanıt? Belge gösterdi.
20 Nisan 1936 tarihli. Cumhuriyet gazetesi. “Bu ne insafsızlık, Seferihisar’da tarihi cami ahır yapılmış” başlıklı haberin kupürü.

O caminin bulunduğu köyün ismi, Düzce... Küçücük, yemyeşil, şirin bi köydür. Eski adı, Hereke’ydi. Heraklia antik kentinin üzerine kurulduğu rivayet edilir, ismi ordan gelirdi. Osmanlı döneminde nüfusunun yüzde 60’ı 70’i Rum’du. İşgal sırasında neredeyse hiç Türk kalmadı. Sene 1922, hoş gelişler ola, Yunan denize döküldü, Seferihisar kurtuldu. Ufak ufak göç ettik, yeniden yerleşmeye başladık. Harabeydi. Galiba 60’lı yıllarda, adını Düzce yaptık. Sit alanıdır.

Şimdiiii... Gelelim belgeye.

20 Nisan 1936 tarihli, Cumhuriyet gazetesinde “Bu ne insafsızlık, Seferihisar’da tarihi cami ahır yapılmış” başlıklı haber var mı? Var. Peki haberin içinde ne yazıyor? Şu yazıyor...

“Seferihisar’ın Hereke Köyü’nde bir cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre, 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse, kıymettir.”

Yani? Camiyi ahır haline getiren, CHP değil, işgal sırasındaki vandallıktı. Türk nüfusun seneler süren yokluğunda, caminin insafsızca ahır haline getirildiğini tespit eden ve bu bilgiyi Cumhuriyet gazetesine veren, bizzat, CHP’nin İzmir Müze Müdürü’ydü.

(Antik bölge olduğu için, Müze Müdürü tarafından tespit edildi... Cami ibadete açık olsaydı, 1936’da ahır yapılsaydı, teee 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tespit edilirdi. Diyanet’in haberi bile yoktu, çünkü, senelerdir cami olarak kullanılmıyordu, ibadete kapalıydı. O nedenle, arkeolojik sayım yapan Müze Müdürü tarafından bulundu.)

(Kaldı ki, İzmir’de camiyi ahır yaptılar dedikleri dönemde... Diyanet İşleri Başkanı olan, Börekçizade Mehmet Rifat Efendi “İzmir paye-i mücerridi” unvanını taşıyordu.)

Bu sonuca nereden varıyorsun derseniz... 1936’da CHP tarafından ahır haline getirildiği iddia edilen o köydeki camiyi, 1936’da, bizzat CHP cami yaptı da, oradan varıyorum!

Kasım Çelebi Camii... Metruk halde bulundu. Sadece antik ören yerlerinden araklanarak monte edilen sütun duvarı ayaktaydı. Revakları temizlendi. Minaresi onarıldı. İbadete açıldı. İnanmayan, zahmet edip Düzce Köyü’ne gitsin namaz kılsın, öyküsünü ahaliye sorsun. Üstelik, kupürün başlığını gösterip, içinde ne yazdığını anlatmayan iktidarlar, Menderes’ten Demirel’den beri “İzmir’de tarihi camiyi ahır yaptılar” sakızını çiğniyor ama... İzmir Seferihisar’daki o tarihi caminin tarihi medresesini yeniden açmak da CHP’ye nasip oluyor!

Seçimi ezici üstünlükle kazanan CHP’li Belediye Başkanı Tunç Soyer, CHP tarafından ibadete açılmasına rağmen, CHP tarafından ahır yaptırıldı denilen Kasım Çelebi Camii’nin medresesini restore ettiriyor. Proje hazırlandı, Anıtlar Kurulu’na sunuldu, kabul edildi, kaynak tahsis edilmesi için İl Özel İdaresi’ne başvuruldu, bugün yarın inşaatına başlanacak.

Dolayısıyla... Söz konusu kupürün sadece “bu ne insafsızlık” tarafı doğrudur. Mustafa Kemal Atatürk’ü camiyi ahır yaptıran kişi olarak göstermek... Hakikaten insafsızlıktır.

Yılmaz Özdil
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:31:16
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Münir Hayri Egeli’nin hatıralarında anlattığına göre Atatürk’ün huzurunda bulunanlardan birinin “Türklerin milli dininin şamanlık olduğunu” söylemesi üzerine Atatürk:

“Ahmak! Müslümanlık da Türk’ün milli dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlardır ve Türkler kendilerine göre en geniş manasıyla anlamışlardır ve benimsemişlerdir…” demiştir.

(Münir Hayri Egeli, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk)

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] ... dir/42279/
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:31:36
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
"İnsanların mücadelelerinde en kuvvetli istihkam (barikat), iman dolu göğüsleridir." (Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı? Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, Tarihsiz, s. 175)

“Bütün İslam aleminin manen olduğu kadar maddeten de birlik içinde ve müttefik hale gelmesinden sadece sevinç duyarız. Bunun için de bizim kendi hudutlarımız içerisinde bağımsız olduğumuz gibi, Suriyeliler ve Iraklılar da milli hakimiyete dayalı bağımsız bir güç olarak ortaya çıkabilmelidirler.” (Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920, 4. (gizli) oturum)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:31:53
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk Müslümanlığı benimsemiş ve şu sözlerle övmüştür: “ Müslümanlık gerek müsamahakârlık, gerek vicdan hürriyeti bakımından dünyadaki inanılan akidelerin prensip itibariyle en üstünüdür. ‘Müslümanlık, son beş- on asır içinde hükümdarların onu kendilerine iktidar vasıtası olarak kullanmak istemeleri ve sözde din adamlarının imanlarını menfaatlerine feda ederek istenilen “fetva”ları vermeleri yüzünden esas kuruluşundan o kadar ayrılmıştır ki peygamber devirlerinde ermiş olanlar yeniden dünyaya gelseler, bu hurafelerle dolu itikatları görünce, mutekitlerini müşrik sanacaklardır.’

‘Müslümanlık, Türklerin kolaylıkla ve geniş ölçüde kabul ettikleri tek din olmuştur. Gök Tanrı’ya tapış devrinden sonra, önlerine çıkan Budist, Musevi ve Hıristiyan misyonerlerin hiçbirisi büyük kütleler halinde Türklerin akide değiştirmelerini temin edememiştir. Hâlbuki Müslümanlıkta temas eden Türkler bir asırdan az bir zamanda büyük kütleler halinde İslamiyet’i kabul etmişler ve pek az sonra da İslamlığın liderliğini ellerine almışlardır. Daha Bağdat Halifeleri zamanında, Samarra şehrindeki Türk askeri kuvvetlerinin kumandanına –Emirül mü’minin- diye hitap edilmekte idi. Haçlı seferleri başladığı zamanda Müslümanlığı sadece ve münhasıran Türklerin uhdesine düşmüştü.’

‘İslam medeniyeti, sadece Türk medeniyetinden ibarettir. İslam medeniyeti namı altında çağdaş Avrupa medeniyetine rehberlik eden geniş kültür hareketlerinin bütün amilleri en büyük ekseriyetle Türklerdi ve mutlaka Türklerin yetiştirdiği kıymetlerdi.’ ‘Müslümanlık, Türk tefekkür tarzına son derece uygun gelmiştir.’

(Hikmet Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, s.196)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:32:07
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” 

(1930 Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, s.116)

***

“Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi diğeri Allah’ın eviydi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hz. Peygamberin mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bu gününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevap kazanacağımı ümit ediyorum efendiler camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.”

(Atatürk’ün SDV, Cilt:2, s.99)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:32:20
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Atatürk her yönüyle olduğu gibi dindarlığıyla da milletine en güzel örnek olmuştur. Ulu Önder, dindar kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı her zaman samimi bir şekilde hürmetkar olmuş ve saygı duymuştur. Cumhuriyet'in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk'ün kendisine duyduğu saygı ve hürmeti şöyle anlatmıştır:

"Ata'nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, "Paşam beni mahcup ediyorsunuz" dediğim zaman "Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır." buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi." 

(Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürtaş, Diyanet İşleri Bakanları Yayınları, s.12)

***

Atatürk Kuran okutulmasına da son derece önem vermiştir. Hafız Zeki Çağlarman Atatürk'ün bu yönünü şöyle anlatmıştır:

"Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım'la uzun yıllar komşuluk yaptık. Her yıl Ramazan ayı yaklaşınca Atatürk kız kardeşine; "Makbule, Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme"der ve hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içerisinde para verirdi." 

(Din Toplum ve Kemal Atatürk, Ercüment Demirer, s.10)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:32:33
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Dini meseleler hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteyen Fransız gazeteci Maurice Perno'ya Atatürk yine kesin bir şekilde şu cevapları vermiştir:

M. Perno: Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?

Atatürk: "Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz."

M. Perno: Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?

Atatürk: "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun'i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız." 

(Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:32:45
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
"Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah'ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir." 

(Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s.86)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:33:10
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
"Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Din vardır ve lazımdır." 

(Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102) 

***

"Sonra Kuran'ın tercüme ettirilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed'in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim." (Atatürk'ün Temel Görüşleri, Fethi Naci, s.55)

***

Kuran'ın Türkçeye çevirilmesi emrini verirken, Atatürk'ün isteği Müslüman milletinin imanının güçlenmesidir. Bunu ifade ettiği sözleri şöyledir:

"Camilerin mukaddes mimberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." 

(Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 1, s. 225)

***

"Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. ... İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz" (Atatürk"ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:35:01
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
“O, Allahın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.” (Dr. Utkan Kocatürk, Atatürkün Fikir ve Düşünceleri -Atatürk ve Din Eğitimi, A. Gürtaş, s. 26) 

“Hz. Muhammed (sav) in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedirde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir; Onun peygamber olduğunun en kuvvetli işareti işte bu savaştır.” (Hakikati Tasvir, Ş. Günaltayın Anıları A. Gürtaş, s. 26) 

Atatürkün Hz. Muhammed (sav) e duyulacak sevgiyi tarif ettiği sözleri ise şöyledir: Büyük bir inkılap yapan Hazreti Muhammed (sav) e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir. (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4) 

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:35:11
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
“Bizde ruhbanlık sistemi yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert; dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur... Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lazım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel ve fenni telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük alimler dahi yetiştirecek yüksek kurumlara malik olmalıyız.” (Atatürkün SD, c. II, s. 90 - Türk Tarihi TSK ve Atatürkçülük, s. 318) 

“Evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara o suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret, ziraat ve sanat aleminde ve bütün bunların faaliyet sahalarında faydalı olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar. Binaenaleyh maarif programımız, gerek ilk tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler bu görüşe göre olmalıdır.” (Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 111) 

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:35:25
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyeti karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslamın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor...(Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 36-37 Rönesans,Aralık 1991, s. 61) 

Evet, Türk insanının yaşadığı din gerçek İslamdan uzak, hurafeler ve batıl inançlar üzerine kurulu bir dindi. Bu din, Türkiyeyi karanlığa götürüyordu. Bu gidişi durdurmanın tek çaresi vardı: Gerçek İslamın halka anlatılması... Yani hurafeleri, batıl inançları içinde barındırmayan, Atatürkün, akla, fenne, ilme uygun... (İzmir, 3 Şubat 1923, Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, s. 46) dediği, dinin özünü teşkil eden Kuranın anlatılması gerekiyordu. Atatürk bu amaçla şunları söylüyordu: Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır. “ (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 A. Gürtaş, s. 41) 

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:35:46
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Hz. Muhammed'in mezarı ile ilgili belgeyi gördüğünü söyleyen Prof. Dr. nevzat Yalçıntaş iki dönem AKP'den milletvekiliği yapmış birisidir. Atatürk'e saldırmanın para ettiği bir dönemde ısrarla bu belgeyi gördüğünü söylüyor. Belgeyi 1981 yılında görmüş ve belge Dış İşleri Bakanlığı arşivindeymiş. Birçok milletvekili bu belgeyi araştırmak için bakanlıktan izin istiyor fakat nedense izin verilmiyor. Yalçıntaş'ın söylediğine göre beşgeyi 1981 yılında görmüş. Belge tarihi olarak internet aleminde dolanan 1919 ve 1926 tarihleriyle bir alakasının olmadığını söylüyor. Belgeyi 30 küsür yıl önce gördüğü için belge tarihini tam olarak hatırlayamıyorum ama 1930'ların başı olduğunu söylüyor. 1930-1931-1932-1933 bunlardan birisi yani.

***

Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’nda Lale Şıvgın’ın sunduğu “Beyin Fırtınası” programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.

Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.

Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a “Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?” diye sordum.

1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.

Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.

Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.” 

Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.” 

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.

Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.

Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.

Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor

Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.

Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.

Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi

Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında “Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu” dedi. Ben de “Belgeyi bulmuş mu?” diye sorunca “Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım” dedi.

Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, “Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak” dedi.

Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, “Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi” diye konuştu.

Öztürk’e “Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?” diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.

Şöyle dedi: “Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.”

Can Ataklı

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ
Site Kurucusu


Site Kurucusu
Level60
Yönetici
Mesajlar : 559
Rep : 207
Rep Sv1
Tecrübe : 4802
Kademe 6
Burç : Balık
Keyifli 2
Kayıt : 04/08/13
єℓєcтяση
1 Madalya
https://devrimci.forum.st

Samimi Müslüman Atatürk - Sayfa 2 Empty Geri: Samimi Müslüman Atatürk

Ptsi 14 Nis. - 3:36:23
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ Mesajı :
Mustafa Kemal’in anne soyundan yakın akrabaları arasında tekke şeyhleri de vardır. Hatta anlatılanlara bakılacak olursa, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım ve halası Emine Hanım, Selanik’te sık sık tarikat toplantılarına katılıp, şeyh ve derviş aileleriyle sıkı ilişkiler kurmuşlardır.

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, C.I, İstanbul 1958, s.269)

***

Zübeyde Hanım’ı tanıyanlar, Zübeyde Hanım’ın evinde iki adet Kur’an’ı Kerim bulunduğunu, bu Kur’an’lardan birinin duvarda özel koruması içinde asılı, diğerinin ise evin başköşesinde bir rahle içinde açık durduğunu belirtmektedirler. Zübeyde Hanım’ın son nefesini verinceye kadar her fırsatta sıkça Kur’an okuduğu bilinmektedir. Mustafa Kemal annesinin dindarlığına büyük saygı duymuş, ona hediye alacağı zamanlarda, seccade, tespih ya da başörtüsü gibi dinsel işlevi olan şeyleri tercih etmiştir. Örneğin, Şam’da kurmaylık stajını yaparken sevgili annesine hediye olarak Suriye yapımı dört tarafı gümüş sırmalarla işlemeli bir başörtüsü almış ve arkadaşı Ali Fuat’la Selanik’e, annesine göndermiştir.

(Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967, s. 122)

***

Mustafa Kemal çocukluk ve ilk gençlik yılları dışında sıklıkla annesinden ayrı kalmıştı. Annesini çok seven bir oğul olarak annesinden uzak kaldığı dönemlerde anne hasretini derinden hissetmiş, tüm güçlüklere rağmen her fırsat bulduğunda annesini ziyaret etmeyi de ihmal etmemiştir. Mustafa Kemal son olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden ayrı kalmıştır; fakat anne hasretine dayanamamış olsa gerekir ki, annesini Ankara’ya yanına aldırmıştır. Mustafa Kemal, TBMM Başkanı ve Başkomutandır. Yıllardan 1922, aylardan Hazirandır. Anne ve oğul üç yıl ayrılıktan sonra nihayet kavuşmuşlardı. Zübeyde Hanım bir süre Çankaya Köşkü’nde kalmış; ancak kısa süre içinde İstanbul’dan beri devam eden hastalığı iyice artmıştır. Mustafa Kemal, hasta annesine İzmir havasının iyi geleceğini düşünmüştür. Zübeyde Hanım, uzun uğraşlardan sonra, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edilebilmiştir. Zübeyde Hanım, İzmir’de Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık evlerinde kalmaya başlamıştır. Burada bulunduğu sırada hastalığı iyice ağırlaşan Zübeyde Hanım 15 Ocak 1923’te vefat etmiştir. Mustafa Kemal ise bu sırada özel treniyle Ankara’dan başlayan ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıkmış ve 15 Ocak’ta Eskişehir’e gelmiştir. Gün ağarmak üzeredir. Mustafa Kemal emir eri Ali Çavuş’u çağırıp, “Bir haber var mı?” diye sormuştur. Ali Çavuş, “Şifre geldi ama çözülmedi” diye yanıt verince, mavi gözleri çakmak çakmak olan Mustafa Kemal hafifçe başını kaldırıp Ali Çavuş’a hüzünle bakarak, “Annemin öldüğünü biliyorum. Bir rüya gördüm. Yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bire bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü” demiştir. Deşifre edilmiş telgraf kendine verildiği zaman gözlerini kapamış, derin bir nefes almış, başını hafifçe öne eğmiş, bir an düşündükten sonra “İzmir’e gidiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” talimatını vermiştir.

Mustafa Kemal, aynı gün, İzmir’de bulunan başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekmiştir: “Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini (İslami kurallara uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak milletimize hayat ve selamet versin.”

(Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.43)

***

Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini yerine getirecek; annesinin mezarı başında ve Allah’ın huzurunda ellerini açıp dua edecektir.

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Zübeyde Hanım’ın Cenaze Töreni

Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında İzmir’de bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın cenaze töreni hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanım, ölüm haberini ilk önce İzmir valisi Mustafa Abdülhak (Renda’ya) bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.

Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar, hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi kurmay başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler.

Latife Hanım, siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti; fakat ailesinin ve din adamlarının, “İslam’da kadın cenazeye katılmaz” diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmiştir. 

Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlit okutmuş, 52. gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti”

Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini yerine getirecek; annesinin mezarı başında ve Allah’ın huzurunda ellerini açıp dua edecektir.

(Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.43,44)

***

Zübeyde Hanım, İslam dininin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Ömrü boyunca dininin tüm gereklerini yerine getirmekle kalmamış, son günlerinde, öldükten sonra ruhuna hatim okutulmasını vasiyet etmiştir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden bir süre uzak kalan Mustafa Kemal, Ankara’dan Cemal Bey’i (Bolayır) sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesine göndererek hatırını sordurmuş ve bu şekilde bir şeye ihtiyacı olup olmadığını öğrenmiştir. Cemal Bey’in, Zübeyde Hanım’ı son ziyaretlerinden birinde artık iyice hastalanmış olan Zübeyde Hanım ona vasiyetnamesini hazırlatmış ve Cemal Bey’den bir istekte bulunmuştur:

“Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?”

Cemal Bey biraz düşündükten sonra:

“Peki, size çok iyi bir müessese göstereceğim. Arzu ederseniz sizinle oraya gidip görüşelim” demiş ve Zübeyde Hanım’a yardımcı olmuştur.

Ertesi gün Cemal Bey, o zaman Darüşşafaka müdürü olan Ali Kami Bey’i görerek Zübeyde Hanım’ın arzusunu ona iletmiştir. Ali Kami Bey “memnuniyet ile teberrularını (bağışlarını) kabul ederiz” demiş. “Mektep esas defterine kaydını yaparak her sene arzusu veçhile hatim ettirip duasını yaparız” diye de eklemiştir. Daha sonra, Cemal Bey ile Zübeyde Hanım Dürüşşafaka’ya gitmişler. Müdür Ali Kami Bey bütün öğrencileri büyük salona toplamış ve kendilerine Paşa’nın annesini tanıtmıştır. Bundan sonra ilahiler ve dualar okunmuş, Zübeyde Hanım bu güzel karşılanıştan çok memnun kalmıştır. Zübeyde Hanım vasiyetnamesinde Dürüş-şafaka’ya da bir miktar para bırakmıştır

(Altan Deliorman, Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar, İstanbul 1999, s. 29,30)

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]


Daha sonra annesinin vasiyetini öğrenen Mustafa Kemal, her ölüm yıldönümünde annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para vermeyi adet haline getirmiştir. Bu, bir oğlun annesine duyduğu sevgi ve bağlılığın manevi bir işaretidir.

Zübeyde Hanım, babasının dindarlığından fazlaca etkilenmişti. Zübeyde Hanım’ın babası, yani Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi -daha öncede belirtildiği gibi- “Sofuzade” olarak bilinen Feyzullah Efendi’dir. Sofuzade Feyzullah Efendi, Atatürk’ün çocukluk anılarında okul tatillerinde tarlalarda kargaları kovaladığından bahsederken söz ettiği Selanik’e bir saat uzaklıkta Langaza’daki çiftliğin sahibidir. Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’ın tek kızıdır.

(Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s. 131)
ꈼ꒒ꈼ☪꓄ꋪꂦꋊ İmza:
Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz